Seçim sonuçları için üzülen, hayıflanan, irkilen, korkan ve sevinen var. Hâlbuki bu kadar uç noktalarda duygu ve düşüncelere kapılmaya hiç gerek yok. Çünkü tarih bize böyle söylüyor! Onun için gelin geçmişle günümüz arasında ufak bir karşılaştırma yapalım.
100 yıl önce Sibiryalı Türk seyyah Abdürreşit İbrahim Efendi “İstanbul yüz senedir Avrupa’ya tahsile adam gönderiyor, Avrupa’dan öğretmen getiriyor, bugüne kadar tramvay kondüktörlüğü ve tünel ağzında durabilecek, kaldırım yapabilecek, hiç olmazsa kapıcılık rütbesinden bir derece yüksek makama layık bir adam, Türklerden hala çıkmadı! Zannederim bu güneş gibi aşikâr bir hakikattir, artık itiraf etmek icab eder”... Yine Kazanlı Türk gazeteci Fatih Kerimi “Türkiye’nin ticaret, sanat ve iktisat işlerinin tamamı Hıristiyanların ve yabancıların elindedir.” sözleri ve devamla zamanın aydını Tüccarzade İbrahim Hilmi’nin “... evdeki sobamız kurulmak lazım gelse bir Hıristiyan çağırmaya mecburuz, kapımızın kilidi bozulsa yine bir Hıristiyan getirteceğiz, duvarımız yıkılsa, evimizin badanası kararsa yine bir Hıristiyan çağıracağız.” deyip örnekler vermeye devam ediyor.
100 yıl sonra bugün ülkemiz, sermayesinin tamamı yabancılara ait 31.000 şirket tarafından küresel işgale uğramış durumda. Başta finans sektörü olmak üzere birçok iş ve sanayi kolu yabancıların ve “Türk” kelimesini ağzına almaktan imtina eden “Gayr-ı Türkler”in elinde! Türkler arasında da, “Kaht-ı Rical” dediğimiz yüzlerce yıllık bir adam çıkartamama sorunu var...
100 yıl önce, Tüccarzade Hilmi Efendi; 20 bin civarında subayı bulunan ordumuz için, “Ordu ve Donanma” adı altında bin bir fedakârlıkla bir mecmua yayınladığını bütün fedakârlığına rağmen mecmuanın ancak 550 kişi tarafından satın alındığını söylüyor. Hafız Hakkı Paşa ise bu durumu, dönemin Bulgaristan Ordusu ile mukayese eder ve Bulgar Ordusu’na giren gençlerin % 70’inden fazlasının okuryazar, dinini, vatanını bilen ve seven insanlar olduğunu daha ana kucağından az çok bir ideal öğrendiğini anlatır. Yine Fatih Kerimi “Babıali Caddesi’ndeki büyük kitapçıların % 85’i, matbaacıların, mürettiplerin, hakkakların, oymacıların, ressamların % 90’ı Ermenidir.” demektedir.
100 yıl sonra yine; Türklerin pek fazla okuduğundan, araştırdığından, tarihini bildiğinden ve bir ideale yani mefkûreye sahip olduğundan söz edilemez. Kitap, sanat, kültür ve medya dünyası yüzyıl öncesine benzer oranlarda “Gayr-ı Türkler”in elindedir. Dün nasıl ki; Bulgar’a mağlup olunarak vatan toprakları kaybedilmişse, bugünde vatan toprakları bölücü-ırkçı terör örgütü pkk’ya kaybedilmek üzeredir.
100 yıl önce Tüccarzade İbrahim Hilmi Bey, Türk unsurunun iş hayatı dışında kaldığından bahisle hemen her gün Türklere ait ev, bahçe, tarla ve arazinin süratle yabancılara ve gayrimüslimlere geçtiğini anlatmaktadır.
100 yıl sonra bugün, yine Türklere ait ev, bahçe, tarla ve arazi; yabancılar ve pkk muhipleri tarafından, ya yüksek bedellerle ya da tehditle çok düşük bedellerle hem de tüm yurt sathında satın alınmak suretiyle toplanmaktadır.
100 yıl önce Bekir Fikri Grebene’nin anlattıklarına göre önemli bir kısmı Türk olan Müslüman ahali; Osmanlı-Türk Devleti’nin kendilerinden beklediği “vatanseverlik ve sadakat”le bağdaştırılması pek mümkün olmayan bir hareket tarzını tercih ederek, yüzlerce yıllık Türk yurtlarının düşmana mukavemet edilmeden, teslim edilmesine neden olmuştur. Rumeli’de; Manastır, Üsküp, Kalkandelen ve Gostivar’da halk, şehirlerin düşmana harp yapılmadan teslim edilmesi taleplerini içeren mazbata tanzim edip, yetkili makamlara vermiştir. Yine Prizren, Yakova, İpek halkı düşmana teslim olmayı tercih etmiş ve civarda bulunan bazı askerlerimizi de bizzat elleriyle öldürmüşlerdir.
100 yıl sonra, yine Türk topraklarını “demokratik çözülme” projesi ile pkk’ya terk iradesini ortaya koyanlar, seçimlerde önemli bir kitle tarafından desteklenmiştir. Daha yüzyıl öncesinde vatan kaybedenlerin bir kısmının, bugün fikri ve ruhi bir erozyona uğrayarak, bölünme ya da ülkeye el koyma talebinde bulunan bölücü ve “Gayr-ı Türkler”in yanında yer alması bizler için hiç şaşırtıcı değildir.
100 yıl önce Fatih Kerimi; son derece vurdumduymaz, gayretsiz, vatani hisleri kalmamış, devlet ve milletlerinin şerefi için hiç bir fedakârlığa yanaşmayan, insanlarımızı tasvir eder. Zenginlerin de gidişata kayıtsız kaldığını söyler. Hatta “Kesilecekleri zaman koyunlar bile, biraz olsun çırpınırlar...” diye anlatır. Mehmet Akif Ersoy’da bunu “His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin?” diye edebileştirmiştir.
100 yıl sonra bugüne baktığımızda, insanımızın benzer bir halde olduğunu görüyoruz ve doğal olarak bunu eleştiriyoruz. Ancak yüzyıl önceki halimizin, hepimize büyük bir faturası olmuştur. Günümüzün de böyle fatura doğurması büyük bir ihtimaldir. Yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet ve ihanet insanımızın önemli bir kısmında tepki oluşturmuyorsa bunun nedenleri vardır. Bunları da bilmek ve de göz önüne almak zorunluluğundayız. Türk toplumunu tanımadan çözüm üretmeye kalkışmamız hayalcilik olur.
100 yıl önce de, Türk Ordusu’nun insan kaynağı, doğal olarak içinden çıktığı toplum yapısından büyük bir farklılık göstermemiştir. Dönemin birçok tanığı, subay kitlesinin “vatan için dövüşmeye” niyetli olmadığında hemfikirdir. Fevzi Çakmak’ın tanıklığına göre subaylar Üsküp’ün savunmasını red etmişlerdir. Birlikler açlıkla boğuşurken, askeri erzak müteahhitlere devredilebilmiştir. Abdurrahman Nafiz “Çare yok, boş yere kan döküyoruz. Bize bir kaç vilayet yeter... Anadolu’daki dört vilayet kâfidir. Rumeli için boş yere kan dökülüyor. Biz Konyalıyız, Diyarbakırlıyız!” denildiğini anlatıyor. Yine dönemin aydınlarından H. Kazım Kadri cepheden kaçan Kayserili bir askere neden kaçtığını ve nereye gittiğini soran subaya “Adam sen de! Kayseri Ovası benim neme yetişmez” dediğine şahit olmuştu.
100 yıl sonra bugün, Diyarbakır’dan da vazgeçilmek üzeredir. Türk Ordusu’nun özellikle kendisine karşı yürütülen yargı savaşı sonrasında ne halde olduğunu sorgulamak lazım! Medyaya düşen Suriye ile ilgili tapelerde konuşulanların neler olduğu aşikârdır... Onun için seçim sonuçlarını, bunları bilerek ve halimizi görerek değerlendirmeliyiz. Bunları konuşanların arasında Türk Ordusu’nu temsilen Genelkurmay 2. Başkanı’nın olması, bizim tüylerimizi diken diken etmiştir. Bu nedenle imam ne yaparsa cemaat ona uyar misali insanımızın seçimlerde verdiği kararlara bakınca, büyük bir kısmının, olan bitene, yüzyıl önceki hallerine benzer tepkiler verdiğini görüyoruz...
100 yıl önce bütün bunlar olup biterken, Rahmi Apak’ın hatıralarında anlattığına göre “... Sarıklı softalar dünya malına heves etmeyiniz, bir lokma bir hırka ile yaşayınız diye haykırıyor ve Müslüman Türkler bunlara inanıyordu. Evler pis, tahtakurusu, bit ve pire salgın halinde. Şehirlerde verem, köylerde malarya...” vardır.
100 yıl sonra bugün yine kendilerine göre bir din uydurmuş olan imam, müezzin, tarikat ve cemaat adamları; yolsuzlukları, rüşveti, hırsızlığı, vatan toprağını terk edişini Türk milletinin umursamamasını sağlıyor, insanlarımızı sadece ameli ibadetlere yöneltiyor ve dünya ile uğraşmamalarını buna karşılık ahreti kazanmak için çalışmayı telkin ediyorlar. Buna karşılık, bunları söyleyenler dünya mallarını götürdükçe götürüyor! Ne yazık ki; vatan toprağının ve tüm şahsi menfaatlerinin elinden kayıp gittiğini görmeyen Müslüman Türk milleti, bu sahte din adamlarının söylediklerine kanarak, çakma dincileri her seçimde ayakta tutuyor. Öte yandan maddi ve manevi hayatı çöküşe giren Türkler, diğer tuzaklar nedeniyle sağlıklarını da süratle kaybediyorlar. Tıpkı 100 yıl önceki gibi...
Örnekler gösteriyor ki; 100 yıl önceki halimizle 100 yıl sonraki yani bugünkü halimiz arasında pek bir fark yok. Anlıyoruz ki; hem siyasi hem de psikolojik savaşlara yenik düşmüşüz. Seçim sadece bu savaşın ritüellerinden biri... Hatırlıyor musunuz AKP’nin 2007 Genel Seçimlerindeki en büyük propagandasını? “Müslüman Cumhurbaşkanı Seçtirmediler!”di. Atatürk, İnönü, Bayar, Demirel hepsini bir kenara bırakın Turgut Özal Müslüman değil miydi? Ancak uyduruk bir din anlayışı ile hipnoz edilmiş Müslüman Türk milleti bu zokayı çok kolay yuttu...
Son sözü ise Mahmud Muhtar Paşa’ya bırakalım “Ahlaki ve ilmi seviyemizin henüz pek geri durumda bulunmasından dolayı uğradığımız bozgunların ve utanç verici hallerin yalnız orduya değil bütün millete ait olduğu aşikârdır...”. Onun için seçim sonuçlarını, bunları bilerek ve halimizi görerek değerlendirmeliyiz.