Vatan caddesindeki 30 Ağustos Zafer bayramı törenlerini izlerken bir yandan gururlandım, diğer yandan düzenli ordu geçmişi 3 bin yıla dayanan Türk milletinin acınacak haline üzüldüm.
Gururlandım çünkü; Türk-İslam alemini tarihten silmek için savaş açanlara karşı Türkün zaferini 91 yıl sonra gururla kutlamanın heyecanını ve mutluluğunu yaşadık. Tarihin en zor şartlarında dahi, Türk milletinin zulüm ve felaketlerden kurtulup çağların labirentli süzgeçlerinden damıtılarak günümüze kadar gelmesindeki en büyük payın, Milletin ordusuyla bütünleşmesinden geçtiğini idrak edenlerin büyük çoğunlukta olduğunu gördüğümüz için gururlandık.
Başbuğ Atatürk ve arkadaşları tarafından Emperyalist işgalci güçlere ve işbirlikçilerine karşı 19 Mayıs 1919’da başlatılan millet direnişini taçlandıran 30 Ağustos Zaferinin yaşatıldığı için gururlandık.
30 Ağustos’u izlerken; Klasikleşen bu gururlanmanın yanında 10 bin yıllık devlet geleneğine ve bin yıl İslam sancaktarlığı yapan Türk milletinin haline acıdım, ordusuna kahroldum.
30 Ağustos’u izlerken; Asırlarca üç kıtaya hak hukuk ve adaletle hükmeden bir milletin, sınırlarını korumakta dahi aciz düşürülmesine üzüldüm.
30 Ağustos’u izlerken; En modern silahlar üretip fetihler yapan ve çağ açıp çağ kapatan bir ordunun, elbise ve yiyeceklerinin dışında hemen her alanda dışa bağımlı hale getirilmesine kahroldum.
30 Ağustos’u izlerken; “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi ile kurumsallaşması planlanan devlet idaresinin, 11 yıldır içte siyasi iktidara yandaş olmayan hemen her kesimle kavgalı olmasına, dışta ise emperyalistlerin kanlı çıkarları için bölgemizdeki ülkelere karşı savaş çığırtkanlığı yapmasına üzüldüm.
30 Ağustos’u izlerken; En cesur ve en kahraman askerine sahip olan ordumuzun, Bir avuç bölücünün kirli emellerine korumalık yapmasına kahroldum.
30 Ağustos’u izlerken; “Yanı başımızda yaşanan insanlık dramına sessiz mi kalacağız? Kimyasal ve nükleer silah kullanan Saddam’ın halkına eziyet etmesinin önüne geçilmeli” diye 11 yıl önce başlatılan kanlı planın; 2 Milyon Müslüman’ın katline, 400 bin Müslüman’ın ırzına geçilmesine ve Ortadoğu coğrafyasının tarumar edilmesine sebep olmasına rağmen hala işgalci kuvvetlere yataklık eden siyasi iktidarın, şimdi aynı sonu Suriye’ye yaşatmak için yaptığı savaş davetiyesine üzüldüm.
30 Ağustos’u izlerken; TSK’nın ateş gücü yüksek, esnek ve hızlı hareket kabiliyetine sahip bir ordu haline gelmesi gerekirken, hala düz yolda dahi arıza veren, hantal 1950’lerin teknolojisi ile gövde gösterisi yapmasına kahroldum.
30 Ağustos’u izlerken; Ekonomik, siyasi ve askeri alanda tam bağımsızlık şiarıyla atılan Türkiye Cumhuriyetinin temel ilkesi, Gerçek demokrasinin emperyalizme başkaldıran milletin iradesiyle gerçekleşeceğini öngörürken, Siyasi iktidarın ülkeyi ABD’nin istediği gibi Müslüman, gönlünden geçtiği kadar demokrat ve İsrail’in güvenliğini sağlayacak bir yapıya doğru sürüklemesine üzüldüm.
30 Ağustos’u izlerken; Türk ordusunun nasıl olması, nasıl şekillenmesi gerektiğini belirleyen faktörlerin Emperyalist emellerin kesiştiği, üç kıtanın birleştiği, tarihin en karışık bölgeleri olan Kafkaslar, Balkanlar ve Ortadoğu sorunlarının iç içe geçtiği jeopolitiğinin gereği bir ordu yapılanmasından ziyade, küresel güçlerin ve siyasi iradenin çıkarları doğrultusunda yapılanmasına kahroldum.
30 Ağustos’u izlerken; ABD-İsrail ve bazı Avrupa ülkelerinin emperyalist planlarının Afganistan’dan Fas’a kadar tüm Müslüman ülkeleri kan revan içinde bırakmasına rağmen Türkiye’yi yönetenlerin o kirli planlarda yer almalarına üzüldüm.
30 Ağustos’u izlerken; Milletin birlik, bütünlüğü ve devletin dış savunması için yapılandırılan Ordunun, Ömrünü bölücü terörle mücadelede geçirmiş paşa ve generallerin yarısının iktidarın orduyu siyasallaştırma emellerine ram olmamalarının bedelini cezaevlerine tıkılarak ödemelerine kahroldum.
30 Ağustos’u izlerken; "12 Eylül Darbecilerini yargılayacağız" yalanı ile askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasının yolunu açan referandum sonucu (çok) özel yetkili mahkemeler kuruldu. TSK içindeki en milliyetçi, Amerikan karşıtı generalleri ve subayları kodese tıkarak Türk Ordusu'nun kimyasının ve moralinin bozulmasını unutmuyor, peş peşe yaşanan beklenmedik istifalar sonucu ordusu zayıflayan milletimize üzülüyorum.
30 Ağustos’u izlerken; Balkan Savaşları'ndan sonra tarihin hiçbir döneminde Ordusu'na şimdiki kadar güvensizlik duymayan Türk Milletinin, Eskiden Ordusuna güvenerek "Suriye'yi bir tükürükte boğarız" derken şimdi ABD, İngiltere ve Fransa'nın Suriye'ye müdahale etmesini beklemesine kahroldum (Prensipte Suriye ile savaşa hayır derken, orduyu bu duruma düşüren iktidara kahroluyorum)
30 Ağustos’u izlerken; Bizim "Stratejik Derinlik" ve "Diplomatik Deha" sahibi Başbakan, Dış İşleri Bakanı ile hükümetin "Ağlayan Adam"larının Beşar Esat'a karşı emperyalist ülkelerin, İsrail’in ve El-Kaide gibi terör örgütlerinin yanında yer alabileceklerini dile getirmelerine kahroldum.
30 Ağustos’u izlerken; 1984’den 2002’ye kadar düşük yoğunluklu çatışma ortamında emperyalizmin silahlı maşası PKK terör örgütünü yenmiş bir ülke iken, 2003’ten sonra iktidarın çıkardığı yasalarla terörle mücadelenin önüne hukuki engeller konulmasını hatırlayıp, 2006’da başlayan terörle müzakerelerin Türkiye’nin egemenliğini dahi tartışılır haline getirmesine kahroldum.
30 Ağustos’u izlerken; Osmanlının küllerinden doğan Türk milletinin hem eski borçları ödeyip hemde askeri uçak üretme hamlesini 1958 yılında boşa çıkartan iktidar ile tüketim, ithalat ve borca dayalı ekonomik politikalar izleyen bu günkü iktidarı düşündükçe “Allah bu millete acısın” diyorum.