AKP Hükümeti'nin PKK talebi olan Anadilde Savunma Hakkını kanunlaştırmak için gayret etmesi üzerine, MHP Osmaniye Milletvekili Hasan Hüseyin Türkoğlu, harekete geçerek AKP Milletvekillerine birer mektup gönderdi. AKP Milletvekillerinin PKK önerilerini kanunlaştırma tuzağına karşı uyaran Hasan Hüseyin Türkoğlu, islami geleneklerimizi hatırlatarak AKP Milletvekillerine uyarı mektubu gönderdiğini söyledi.
MHP Osmaniye Milletvekili Hasan Hüseyin Türkoğlu, AKP Hükümetinin kanunlaştırmaya çalıştığı anadilde savunma hakkı ile ilgili kanun tasarısının TBMM gündemine daha getirilmeden, AKP Milletvekillerine mektup gönderdi.
HASAN HÜSEYİN TÜRKOĞLU'NUN AKP MİLLETVEKİLLERİNE GÖNDERDİĞİ MEKTUBUN TAMAMI VE DÜŞÜNCELERİ
Saygıdeğer Milletvekilim,
Bu mektubu milletvekili olarak değil, Müslüman Türk Milleti’nin ülkesini seven, sorumluluk sahibi bir ferdi olarak yazıyorum. Siyasetin kısır çekişmeleri ve gündemin yoğunluğu arasında birbirimizin sesini duymakta, duygu ve düşüncelerini layıkıyla anlamakta zorlanmaktayız. Dini bir, peygamberi bir, vatanı, milleti, bayrağı ve dili bir, vatan ve millet sevgisini kendisine şiar edinmiş, aynı milli ve manevi değer ve hedefleri paylaşan ancak, sadece farklı siyasal yol ve yöntemleri benimsemiş olan bizlerin, küçük farklılıklarımızı ayrışma haline getirmemizi, birbirimize karşı sağırlaşmamızı inançlarımız ve milletimiz asla kabul etmez.
Biliyor ve inanıyoruz ki; gerçek müminler birbirlerine karşı merhametli, duyarlı ve anlayışlı olanlardır. Bunun bir sonucu olarak müminler, birbirlerine karşı, hatada uyarıcı ve doğruda teşvik edici olmak durumundadır. Hiç kimse başka bir kimsenin vasisi ya da sorumlusu değildir. Ancak siyasi kimliklerimizden sıyrılıp, sadece bu ülkede yaşayan ve gelecek nesillerinin de bu ülkede refah ve huzur içinde yaşaması gerektiğine inanan birer sorumlu fert olarak duyuracağımız bir ses, hissettireceğimiz bir nefes bizi vicdanen müsterih hale getirebilecektir.
Saygıdeğer Milletvekilim,
Son 30 yıldır ülkemizin başına musallat edilen terör belası bir yandan birlik, beraberlik ve kardeşliğimizi sinsi bir kemirgen gibi iştahla kemirirken diğer yandan Türkiye’nin kendi derdine düşerek Batının kâbus gibi üzerine abandığı İslam Coğrafyasının yalnız ve sahipsiz bırakılmasına neden olmaktadır. Bu nedenle meşum Batı İttifakı’nın uluslararası taşeronu haline gelen bu bölücü örgütten ebedi olarak kurtulmamız ülkemiz ve bölgemiz için hayati bir zaruret haline gelmiştir.
Uluslararası bir proje olduğuna inandığım PKK bölücülüğünün bu güne kadar önlenememiş olmasında mevcut hükümet dâhil bir sorumlu arama gayreti içerisinde değilim. Meselem, eski bir Mülki İdare Amiri ve bu gün milletin omuzlarımıza yüklediği siyasal sorumluluğun bir gereği olarak tecrübe ve bilgi birikimimle bölücü terörün kökünün kazınmasına katkı sağlamak veya bu niyetle yapılacak faaliyetlerin müspet sonuçlar getireceğine inandıklarıma destek verip, menfi neticeler doğuracağına inandığım hususlarda da siz değerli arkadaşlarıma ikaz ve hatırlatmalarda bulunmaktır.
Yaklaşık 30 yıldır bölücü terörü bitirmek konusunda ciddi bir mesafe katedilememiştir. Ancak bu, bizleri umutsuzluğa, bıkkınlığa ve yılgınlığa sevk etmemelidir. Terörün ara hedeflerinden birisi toplumda ve karar alıcı iktidarlar üzerinde umutsuzluk ve bıkkınlık yaratarak taleplerini kabul ettirmektir. “Vur kurtul yöntemiyle çözemedik verip kurtulalım bari” psikolojisini topluma yaymaktır. Başta siyasal iktidar olmak üzere aziz milletimizin temsilcileri olan bizler bu kirli ve kanlı stratejiye karşı hazırlıklı ve uyanık olmak zorundayız.
Bugün masum gibi görünen birçok Bölücü Kürtçü talep iyi niyetle sırf bu beladan kurtulalım diye karşılanmak durumunda kalınmıştır. Asli unsur olarak aziz milletimiz, çoğunluk olmanın verdiği özgüven ve hoşgörüye dayanarak bu taleplere aşırı sert bir direnç göstermemiştir. Hükümetlerimizin sorun çözme niyetlerine ve Devletimizin birlik ve beraberliğimizi koruma konusundaki kararlılığına hep inanmış ve güvenmiştir.
Farklı dili konuşan kardeşlerimizin devlete, vatana ve millete olan bağlılıklarını yeniden tesis etmek, bu mübarek topraklarda etnik odaklı bir nifakın yeşermesini önlemek adına birçok dayatma hoşgörüyle karşılanmıştır. Meseleye hep “istedikleri çok bir şey değil, biz büyük bir milletiz, bu istekler birliğimize halel getirmez” şeklinde bakılmıştır. Ancak tanıdığımız haklar ve gösterdiğimiz iyi niyet bölücü terör örgütü tarafından silahla kazanılmış birer mevzi ve bağımsız Kürdistan yoluna döşenmiş birer taş gibi değerlendirilerek hep suiistimal edilmiştir.
Bu süreçte birçok iyi niyetli ama bir o kadar da riskli adımlar atılmıştır. Sözde şiddet içermeyen bölücülük serbest hale getirilmiş, yerel yönetimler yarı otonom iktidar odakları yapılmış ama yetmemiştir, Kürtçe enstitüsü kurulmuş, yine yetmemiştir. Devlet eliyle Kürtçe televizyon yayını başlatılmış, Kürtçe seçmeli ders haline getirilip Milli Eğitim Sistemimiz içerisine sokulmuştur. Bütün bunların bölücü fitneyi tatmin etmesi bir yana, verilen her tavizin silahların gölgesinde elde edildiği düşünülerek daha çok şiddete ve silaha müracaat edilmiştir. Şiddet arttıkça toplumun muvazenesi ve soğukkanlılığı kaybedilip yeni tavizlere sarılmak zorunda kalınmıştır.
Giderek şımaran bölücü Kürtçülük, Kandil’den gelen PKK militanlarını hacdan dönen hacılar gibi karşılamış, şehirlerde bombalar patlatmış, molotoflarla evlatlarımız yakılmış, askerimizi, polisimizi şehit etmeye devam etmiş, bütün iyi niyetli çabalarımızı boşa çıkarmıştır.
Bu gelişmeler karşısında artık hepimizin elimizi vicdanımıza koyarak yeniden düşünmemiz gerekmektedir. Sürekli bir şeyler verdiğimiz, hatta teröristle masaya oturmaya dahi razı olduğumuz halde, neden terör olayları bir nebze durmamakta, toplumda barış ve huzur tesis edilememektedir?
Bu durum bize bir şey göstermiştir. Terör örgütünün taleplerini karşılayarak terörü sonlandıramıyoruz. Keşke verdiklerimizle ya da bölünmeden vereceklerimizle bu beladan kurtulabilseydik. Ancak dünyada yaşanan olaylar göstermiştir ki; etnik mücadele ateşi bir kez yandı mı, bunu söndürecek tek reçete “bağımsız devlet kurmak” olmaktadır. Dolayısıyla bölücü terör örgütünün taleplerini masum ve insani birer talep kabul ederek iyi niyetle attığımız her adım, Türkiye’nin fiziken olmasa da zihnen bölünmesine ve parçalanmasına, milletimizin birlik ve kardeşliğinin bozulmasına, farklılıklarımızın giderek derinleşmesine, toplumsal ayrışma ve çatışmalara zemin oluşturmasına katkı sağlamaktan öteye geçmemiştir.
Ana dilde savunma hakkı ise bu güne kadar verdiğimiz tavizlerin kurumsallaşmasını sağlayacak en önemli adım olacaktır. Mahkemelerde Kürtçe savunma hakkının tanınması Kürtçeye devlet katında statü ve geçerlik kazandıracaktır. Bu yolun geriye dönüşü de olmayacaktır. Bu düzenlemenin mevcut sorunu çözmek yerine milli birlik ve beraberliğimizi hırpalayarak bizi çok dilli, çok milletli ve çok devletli bir sürece sokacağını bu günden görmek zorundayız. Belçika’nın, Yugoslavya’nın düştüğü hatalardan ibret almalıyız. Bu bizim hem geçmişimize hem de gelecek nesillerimize karşı dini, tarihi, milli, vicdani ve ahlaki sorumluluğumuzdur.
Yüce Allah (cc) Âl-i İmrân Sûresinin 105. Ayetinde “Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır.”, Zuhruf Sûresinin 65. Ayetinde ise “Ama aralarından çıkan gruplar ayrılığa düştüler. Elem dolu bir günün azabından vay o zulmedenlerin haline!” buyurmaktadır.
Kur’an’ın rehberliğinde 500 yıl Allah’ın dininin hadimi ve sancaktarlığını yapmış bir “necip millet” olarak bu gün birlik ve beraberliğe, birbirimize sarılıp, gerektiğinde uyarıcı ve hoşgörülü olmaya en fazla ihtiyacımız olan bir döneme girmiş bulunmaktayız.
Gazi Alparslan’ın, Hz. Fatih’in, Yavuz’un, Gazi Mustafa Kemal’in kısaca Türk-İslam’ın topraklarında fitne, uç vermeye, hayat bulmaya çalışmaktadır. Farklı siyasi partilere mensup olsa da vatan ve millet sevdalısı hiçbir milletvekili arkadaşımın buna müsaade etmeyeceğine yürekten inanıyorum. Cenab-ı Allah’a ve onun mübarek Peygamberine iman etmiş birer Müslüman-Türk olarak üzerimize düşen görev; bütün siyasi beklenti ve hesaplardan arınarak bu fitneyi, mümkünse elimizle, değilse dilimizle, onu da yapamıyorsak kalbimizden buğzederek durdurmaya çalışmaktır. Anadilde savunma hakkına ilişkin düzenlemeye karşı göstereceğimiz milli tavır, bölücü terörün talepler silsilesini durdurmak, cesaret ve cüretini kırmak için önemli bir fırsattır.
Hiçbir iktidar milletvekilinden, tasarı Meclis Genel Kurulu’na getirildiğinde alenen karşı çıkmasını, ya da açıkça karşı oy kullanmasını isteyemem. Ancak vatan ve millet sevdalısı bir milletvekili olarak en azından kalbinizden buğzederek milletimizin kaderine etki edecek böyle bir kötülüğe ortak olmamanızı beklemek, milletimizin sizin üzerinizdeki en tabii hakkıdır. Bu yüzden tasarıya karşı çıkamıyorsanız da en azından lehte oy vermemeniz veya oylamaya katılmamanız yüksek vicdanınızın ve milli sorumluluğunuzun bir gereğidir diye değerlendirmekteyim.
Meselenin ciddiyetine daha net bir biçimde vakıf olmanız için, kuruluşunda üniter bir devlet olan Belçika’nın önce otonom bölgelere, sonra federasyona, daha sonra da dağılma noktasına nasıl geldiğini kronolojik olarak anlatan bir metni ekte sunarken, siz değerli Milletvekili arkadaşlarıma siyasi hayatında başarı ve sağlıklar diler, saygılar sunarım.
Hasan Hüseyin TÜRKOĞLU
Osmaniye Milletvekili
ÜNİTER BELÇİKA’DAN GERİYE KALANLAR
Farklı etnik gruplardan oluşan bir milletin büyük fedakârlıklarla kurdukları üniter ve milli bir devletin, masumane yerel dil taleplerini karşılamak ve sözde toplumsal barışı sağlamak üzere atılan adımlarla nasıl bölüp parçaladığını gösteren bir örnek hala bütün canlılığıyla önümüzde durmaktadır: Bu örneğin adı Belçika dır.
Belçika 1930 yılında ülkedeki tüm etnik unsurların birlikte verdiği kurtuluş mücadelesi sonucunda bağımsız, üniter bir devlet olarak ortaya çıkmıştır. Hatta daha kurulurken etnik gruplar arasında çatışmaya sebebiyet vermemek için devlete ve millete, toplumu oluşturan bir etnik grubun adını vermemiş, ülkenin coğrafi adı ile anılmasını uygun görmüşlerdir. Yani Türk milleti yerine Türkiyeli demek gibi bir çözüm bulmuşlar ve Belçika ulusu ve Belçikalı demişler.
Farklı dilleri konuşan farklı etnik kökenli toplulukların oluşturduğu uzlaşmayla Fransızca Belçika’nın tek resmî dili olarak benimsenmiştir. Çünkü Belçika’yı kuran kurucu atalar, bu kadar dil çeşitliliğinin yoğun olduğu bir ülkede birden çok resmî dilin ulusal birlik için sakıncalı olacağını düşünmüşler ve Fransızcayı bir ulusal bütünleşme aracı olarak görmüşlerdir. Fransızcanın, yerel lehçelerin üzerinde ulus-devletin ortak ve birleştirici dili olması makul bir tercih olarak görülmüştür.
Ancak “dil meselesi” üniter bir devlet olarak kurulan Belçika’nın 1970 den sonraki 40 yıl içerisinde önce özerk bölgelere ayrılmasına, sonra federatif bir yapıya dönüşmesine, nihayet bu gün ortaya çıkan topluluklar çatışması sonucu iki bağımsız devlete dönüşme noktasına ulaşmasına zemin hazırlamıştır. Dil üzerinden yürütülen tartışmalarla “milli kimlik” anlayışının evrimine yön vererek sosyal, kültürel ve siyasal dönüşümlerin temelleri atılmıştır.
Belçika’da dil üzerinden başlayıp siyasal düzeyde ivme kazanan “topluluk çatışmasını” önlemek ve kalıcı bir çözüm geliştirmek amacıyla 1970 yılından sonra 1970, 1980, 1988 ve 1993 te olmak üzere dört kez “Flaman Açılımı” yapılmıştır. Üniter devlet önce fiilen daha sonra hukuken sona erdirilerek Federal devlete geçilmiş, ancak bu bile Flamanların bağımsızlık ateşini söndürmeye yetmemiştir. Bu gün zihnen ayrışarak 2 ayrı toplum ve 3 ayrı coğrafyaya parçalanmış, ancak hukuken ayrı bağımsız devletçiklerin kurulmasını gözleyen topluluklara dönüşmüştür.
"Ulusal marş", “milli bayramlar” ve "bayrak" gibi ulusal sembolleri ayrılmış, kuruluştaki "Belçikalı" bilinci, giderek yerini "Flaman ve "Valon" gibi etnik kimliklere bırakmış, müteakiben farklı anayasalara sahip olma planları ortaya çıkmıştır.
Seçimde kullanılan sloganlar dahi ayrılıkçı eğilimlerin ne kadar derin olduğunu göstermektedir. Vlaams Belang (Flaman Menfaati) Partisi, “Kahrolsun Belçika” sloganını dahi kullanmaktan kaçınmamıştır.
Benzer bir sorunla karşı karşıya kalan ve Belçika’da yaşananlardan ders çıkarması gereken bizlerin sorması gereken hayati soru şu olmalıdır. Belçika bu günkü bölünme ve parçalanma durumuna neden ve nasıl geldi?
Her şey “dil” ile başladı.
Federasyon ve bölünmeyle sonuçlanacak bir sürecin anahtarı “anadil” ve bu dilin devlet tarafından tanınmasıydı. Bu masumane görünen talep bir ve bütün olan Belçika’nın milli kâbusu oldu.
1850’lerde Flaman aydınlar Felemenkçenin ve Flaman kültürünün tanınması için hareket başlatmışlardı. Bu hareket Flaman milliyetçiliğinin ilk kıvılcımıydı. Başlangıçta dil bilimi çalışmaları ve edebî faaliyetlerle gelişen Flaman hareket, giderek kamu hizmetlerinde Flamanca kullanımını savunan siyasal bir akım hüviyetini kazandı. “Dil sevdalıları” öncelikle Flamancanın ortak bir kültür dili olarak geçerliliğini kanıtlamayı hedeflediler.
1851 ve 1875’te Felemenkçeyi korumak ve geliştirmek için ilk defa Flaman enstitüleri kuruldu.
Görünürde ana dilin serbestçe kullanılmasını esas alan “Flaman Hareketi” o günlerde Belçika’nın birliğini ve bütünlüğünü savunmaktaydı. Yani henüz bölücü değildi. “Flamancı” çevreler ulusun tekliği esasını kabul etmekle beraber, Belçika’nın dilsel ve kültürel planda iki ayrı küme barındırdığını vurgulamaktaydılar. Dolayısıyla söylemlerinde millet ve dil kavramları arasında özdeşlik henüz kurulmamaktaydı. Masumane bir tavırla “halkın çoğunluğunun konuştuğu dilin baskı altında tutulmasının ülkenin sosyal gerçekleriyle bağdaşmadığı, bunun ayrımcılık ve ötekileştirme olduğu ve toplumsal barış için bu durumun düzeltilmesi” gerektiği söyleniyordu. Flaman Hareketi bu temelde güya sadece Belçika’da Flamancanın statüsünün iyileştirilmesi için mücadele ettiğini iddia ediyordu. (Bu durum bir an bize ülkemizdeki bölücü Kürtçü hareketin geçmişini hatırlatmakta)
Ancak; Flamanların dil ve kültürel temelde başlamış olan talepleri daha sonra kolektif hak talebine dönüşerek siyasallaşacaktır.
Yıl 1840; Flaman Hareketi’nin ilk siyasal eylemi kuzey vilâyetlerinde idare, yargı ve eğitimde Fransızcanın yanı sıra Flamanca kullanımını talep eden bir imza kampanyası başlatılmıştır.
Yıl 1846; Dil talebini meşrulaştırmak üzere Belçika’nın dil haritasını çıkaran ilk genel nüfus sayımı yapılmış ve Flamanca konuşanların sayısı tespit edilmiştir.
Bir yıl sonra “demokratik özerklik bildirisi” pardon! Flaman Hareketi Manifestosu yayınlandı.
Yıl 1863; Aslında Flamancı olmayan fakat flaman oylarına talip olan Meetingparti tarafından Flamancı adaylara listelerinde yer verildi ve bu sayede ilk defa Flamancı adaylar meclise girdi.
Temsilciler Meclisi’ne seçilen Flaman Hareketi liderlerinden Jan Delaet’in mecliste Flamanca yemin etmesi Belçika meclisini karıştırdı.
O günden sonra Flamancı vekiller dil mücadelesini parlamentoya taşıyarak, kamu faaliyetlerinde Flamanca kullanımını teminat altına alan kanunların hazırlanmasını sağladılar.
Dil davasının geniş kesimlere mâl olması ve birlik yanlısı partilerin seçim kaygıları Belçika’nın tek resmî dilli yapısına son veren kanunların yavaş yavaş kabulünü sağladı.
Dikkat edin, bu dönüşümün ilk adımı 1873 yılında ceza muhakemesinde anadilin yani Kürtçenin pardon! Flamancanın kullanımının serbest hale gelmesi oldu. Brüksel Mıntıkası’nda yalnızca sanığın Fransızca bilmediği durumlarda Flamanca kullanılabilecektir.
Bu masum ve mütevazı açılım, Flamancılar için Flamancayı resmî dil statüsüne taşıyacak bir sürecin başlangıcı oldu.
Seçimler arifesinde Flamanların dil meselesine duyarlı kesimlerin desteğini kazanmak isteyen din adamları ve muhafazakârlar kamu hizmetlerinde Flamanca kullanımı talebine olumlu yaklaştılar.
Flaman vilâyetlerinde eğitim dili olarak Fransızca kullanılmaktaydı. Flamancılar nihai hedeflerine ulaşabilmek için Fransızcanın eğitim hayatındaki hâkimiyetinin kırılması gerektiğinin bilincindeydiler.
Yıl 1883; Flamancı milletvekilleri hükümetin eğitim reformunu bir fırsata dönüştürerek Flander’deki resmî ortaöğretim okullarının hazırlık sınıflarında eğitim dili olarak Flamanca kullanılmasını kabul ettirdiler.
Flamanca takip eden süreçte ulusal simgelerde de yerini almaya başladı.
1885 te çift dilli hazine bonosu, 1886 da çift dilli madenî paralar, 1888 de çift dilli banknotlar, 1891 de çift dilli posta pulları ve nihayet 1895te çift dilli resmî gazete basıldı.
1888yılında ilk defa Flaman milletvekili Edward Coremans Temsilciler Meclisi’nin ilk Flamanca nutkunu irad etti.
Sindirimi tamamlanan bu fiili durum 1894 yılında hukuki duruma dönüştürülerek milletvekili yemini bakımından ana dil serbestîsi getirildi.
Flamanca lehindeki sosyal baskının siyasal düzlemde karşılık bulmasında seçim kaygıları katalizör işlevi görmüştür.
Başlangıçta ana dilin eğitim dili olması talebi zamanla resmi dil talebine dönüşmüştür. 1898 yılında Kanunların her iki dilde yayımlanmasını öngören “eşitlik kanunu” çıkarılarak Flamanca resmî dil olarak tanınmıştır.
Bu süreçte Belçika aydınları hala olayın vahametini anlayamamış ve Dil kanunlarının “üniter devlet yapısına herhangi bir surette halel getirmeyeceğine inanmaya devam etmiştir. Bu açılımların birtakım sosyo-kültürel duyarlılıkların Flaman dilinde ifade edilmesine imkân sağladığını iddia etmişlerdir.
Öte yandan tavizler yeni tavizleri doğurmuş, karşılanmayan talepler Flander bölgesinde bağımsızlıkçı bir akımın giderek güç kazanmasına yol açmıştır.
1921yılına gelindiğinde Hükümetin anayasa değişikliği için destek arayışını fırsata dönüştüren Flamancı parlamenterler idarî sahada ana dillerin kullanımını düzenleyen bir kanunun kabulünü sağladılar. Böylelikle Flander bölgesinde merkezî yönetime bağlı idareler ile tüm vilâyet, kent ve komün idarelerinde Felemenkçe kullanılması kabul edildi.
İki yıl sonra 1923 te Gent Üniversitesi’nde resmi dil yanında Felemenkçe dili, eğitim dili olarak kabul edildi.
1930 yılına gelindiğinde ise Gent Üniversitesi’nde tümüyle Felemenkçe eğitime geçildi
1932de bir dizi dil kanunuyla Flander bölgesindeki okullarda ve idarî kurumlarda, 1935 te ise ve yargı organlarında sadece Felemenkçe kullanılması kabul edildi.
1968 seçimleri ertesinde Hükûmetin anayasa değişikliği için aranan nitelikli çoğunluk desteğine sahip olmaması nedeniyle Flamancı gruplarının desteğine ihtiyaç duyulmuş ve geniş tabanlı bir uzlaşma arayışına girilmiştir. Görüşmelerde hükûmetin topluluklara kültürel alanda özerklik tanıma projesi Flaman ayrılıkçıların desteğini aldı.
24 Aralık 1970 te otuz beş öneriden ibaret çözüm için yol haritası parlamentoya sunuldu. Zorlu müzakerelerin ardından kapsamlı bir anayasa değişikliğiyle devlet yapısında köklü bir reform gerçekleştirildi. Anayasada öncelikle Belçika’nın dört dil bölgesine ayrıldığı tescil edildi. Ancak anayasa değişikliğinin getirdiği asıl yenilik Belçika’da üç farklı kültürel topluluğun varlığının tanınmasıydı. Böylece özerklik kurumsallaştırıldı.
Ancak Belçika içerisinde özerk bölgeler barındırsa da hala sözde üniter devlettir. Anayasa değişikliği açıkça federalizmi hedefleyen bir stratejiye dayanıyor görünmese de Belçika’nın ilk Flaman açılımı federal bir sistemin aşamalı olarak inşa edilmesine elverişli bir çerçeve ortaya koymuştur. Böylelikle giderek merkezden uzaklaşılan bir federalleşme sürecinin rotası çizilmiş oldu
1977 seçimlerinin ardından 1980 yılında, yerel toplulukların yetkileri Kanun gücüne sahip kararnameler çıkarma konut, imar-bayındırlık, çevre, ekonomi politikası sağlık politikası ve sosyal yardım gibi alanlara da yayılarak “şahsa bağlı konuları” da kapsayacak şekilde genişletildi. Bu vesileyle “kültürel” sıfatından arındırılan toplulukların isimleri Fransız Topluluğu, Flaman Topluluğu ve Almanca Konuşanlar Topluluğu olarak yeniden belirlendi.
1988-1989 yıllarında. Eğitim bütünüyle yerel toplulukların yetkisine bırakıldı. Ekonomi politikası, bayındırlık ve ulaşım alanlarında bölgelerin sorumlulukları daha da arttırıldı.
1993yılında Partiler arası müzakerelerde mutabakat sağlanmasını takiben yeni bir açılım gerçekleştirildi.
Yeni Anayasanın daha ilk maddesinde Belçika’nın “topluluklar ve bölgelerden teşekkül eden federal bir devlet” olduğu açıkça deklare edildi. Bu doğrultuda topluluk ve bölgelerin yürütme organlarının hükûmet, yasama organlarının ise parlamento adını almaları öngörüldü.
Federasyona gidilmesi de bağımsızlık ateşini söndüremedi. İyiden iyiye ayrışan Frankofon ve Flaman partiler arasındaki görüş ayrılıkları Belçika’yı uzun süreli bir siyasal istikrarsızlık ortamına sürüklediler.
Seçimlerin ardından altı ay boyunca yeni bir hükûmet kurulamadığı gibi, dört defa başbakan değişikliğine sahne olan yeni yasama dönemi hükûmetin istifasıyla süresi dolmadan son buldu.13 Haziran 2010 tarihli federal seçimler bağımsız bir Flaman Devleti’nin kuruluşunu amaçlayan partinin zaferiyle sonuçlandı.
Böylece “Belçikalı” milliyetini güçlendirmeyi ve korumayı amaçlayan sözde masum bir dil hareketi olarak ortaya çıkan Flaman Hareketi, zaman içerisinde ayrı bir Flaman kimlik bilincinin gelişimine öncülük ederek farklı bir millet ve ayrı bir devlet yaratma sürecinin taşıyıcısı olmuştur.
Belçika geleneksel siyaseti esasen yapılan açılımları federalizmi getirmek önceden planlanmış siyasal bir projeden çok toplumsal barışı sağlamaya yönelik bir vasıta olarak görmüştür. Açılımların Belçikada yaşanan Flaman, Valon ve Alman etnisiteleri arasındaki gerilimleri ortadan kaldıracağı naifliğine kapılmıştır. Ancak etnik çatışmaları önleme adına, etnik ayrışma ve milli devletin dağılmasına yol açacak yanlış çözümler geliştirilmiştir. Dil ve kültür farklılıklarını tanımaya yönelik açılımlar topluluklar arası gerilimleri azaltmak yerine farklılıkların kurumsallaşmasına ve etnik ve kolektif kimlik duygularının daha da pekişmesine yol açmıştır. Farklılıkları tanımaya yönelik düzenlemeler, birlikte yaşama ve dayanışma duygularının giderek zayıflamasına ve nihayet toplumların barış ve kardeşliğinin güçlenmesi yerine“ parçalanmışlığın kurumsallaşmasına sebep olmuştur.