Bu topraklar kolay kazanılmadı. Kolayca satamazsınız bölemezsiniz. Bu sözlerin kıymetini ve manasını unutanlara ''Ankara'nın taşına bak gözlerimin yaşına bak'' marşını Müslüman Türk Milletimize hatırlatmak istedik. Bu marşlardaki sözlerin hangi şartlarda marş oluşunu anlatmak istedik.
Duatepe’ye yapılacak taarruz için 57’nci Tümenin, Kerim köyüne gelerek yedekte kalması kararlaştırılmış, durum gece yarısına doğru tümene bildirilmişti. Emri alan 57’nci Tümen Komutanı Albay Mümtaz hemen tümenini uyandırmış, kısa sürede yol hazırlıklarını tamamlamış ve gece yarısını biraz geçe yürüyüşü başlamıştı.
Albay Mümtaz, hızlı bir yürüyüşle sabah saat altıda tümenini Kerim köyünde bulundurabileceğini umuyordu. Bozkır eylülünün gece soğuğu erlerin uykusunu açmıştı. Gökyüzü kara bulutlarla kaplı olduğundan ortalık zifiri karalıktı. Kol başının engebeli arazide düzgün yol bulmasındaki zorluğun yanı sıra erlerin dörderli sıraları koruması bile imkan dışıydı. Ateş hattından oldukça gerilerde bulunduğu düşünülerek her bölüğün bir gemici feneri yakmasına izin verildi. Yüksekten bakılınca seyrek aralıklı solgun ışıkların bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla ilerilere uzandığı görülüyordu. Uyku sersemi atılan adımlar giderek çevikleşmiş yürüyüş kolu hızını artırmıştı.
Yarım saat sonra gök gürlemeye, tek tük şimşekler çakmaya başladı. Her şimşek çaktığında yürüyüş kolu birkaç saniyelik aydınlığa kavuşuyor, biraz dağınık olan dörderli sıralar kendilerini düzeltiyordu. Derken yağmur çiselemeye başladı. Yağmurdan zarar görmesin diye omuzlardaki tüfekler çıkarıldı ve namlu aşağıya gelecek biçimde yeniden omuzlara asıldı. Ardından yağmur sağanağa döndü. Bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Önceleri hafif esen rüzgâr yerini fırtınaya bıraktı…
Cılız ışıklı fenerlerin ıslanan camları çatlamaya, dağılmaya başladı. Fenerlerin birer ikişer sönmesiyle yürüyüş kolu koyu karalığa gömüldü. Yürüyüş kolunun bozulmaması, erlerin kaybolmaması için birbirleriyle konuşmalarına izin verildi. Elbiseleri aşan ıslaklık bedenleri sarmaya, bozkırın tozlu toprağı cıvık çamura dönüşmüştü.
Tepeden tırnağa sırılsıklam olan savaşçıları gecenin soğuğu titretiyordu. Gök yerle birleşmiş; yer, çamur denizi olmuştu. Ağırlaşan ayakkabılar, kayan ayaklar adımları yavaşlatmıştı. Gök gürültüsü, yağmur ve fırtınanın uğultusu, yürüyüş kolunu bozmamak için birbirlerine seslenen savaşçıların seslerini bastırıyordu. Doğanın çıkardığı sesler ve insanların bağırtısı birbirine karışıyordu. Bu sırada, yürüyüş kolunun arkalarındaki bölüklerden biri kendine ortak bir dil buldu. Bütün bölük, bir ağızdan günlerdir Sakarya’ya bakan tepelerde yankılanan bir türküyü söylemeye koyuldu. Havası ve ritmiyle daha çok bir marşa benziyor, yürüyüş temposuna uyuyordu.
“Ankara’nın taşına bak. Gözlerinin yaşına bak. Biz yunana esir olduk. Şu feleğin işine bak.”
Bu marş, halkın bağrından çıkmıştı. Sözüyle müziğiyle halkın yarattığı bir marştı. Ulusal bir yakınmayı dile getiriyordu. Marş, elektrikle çarpmış gibi öteki bölüklere, taburlara, alaylara yayıldı. Gecenin koyu karanlığında yürüyen 57’nci Tümen tek bir ses olmuştu.
Marş uzun yürüyüş kolunu canlandırmıştı. İliklerine dek ıslanan savaşçılara soğuk işlemiyordu artık. Yüzlere kamçı gibi çarpan yağmur taneleri, paçalardan sızan sular, insanı uçuracakmışçasına esen rüzgâr ve bileklerine dek çamura batan ayaklar yürüyüş kolunun hızını etkilemiyordu.
Bu kez, yürüyüş kolunun önleri başlattı marşı. Islak dudaklardan çıkan sesler gerilere doğru yayıldı. Bu marş yeni yeni duyuluyordu cephede. Bestecisi, söz yazarı pek bilinmiyordu. Halkın coşkun duygularını yansıtıyordu bu da. Marşın başında Türk halkı askerlerine sesleniyor, onlara kutsal görevlerini hatırlatıyordu. Marşın son bölümündeyse Türk’ün karanlık günlerinde ortaya çıkan, kendini ulusuna adayan bir oğla, Baş komutan Mustafa Kemal Paşa’ya yakılan bir türkü havasındaydı. Halkın duyguları böyle dile getirilmişti. Şimdi, halkın kendisine seslendiği Türk askeri, halkının yarattığı marşı söylüyordu. Sicim sicim yağmur altında ve koyu karalıkta ilerleyen 57’nci Tümen, erinden subayına dek coşmuştu.
“O sevimli yüzün asla solmasın./ Hiçbir vakit kalbin yasla dolmasın./ Ey mert asker durma yürü ileri./ Sakarya da bir tek düşman kalmasın./ Dünyalara bedeldir mah cemalin./ Allah’ıma emanettir Kemal’im.”
Yağmur gün ağarırken dindi. Rüzgâr da yağmurla birlikte kesildi. Ama yürüyüş kolunun sesi kesilmedi. Marşları türküler izledi. 57’nci Tümenin savaşçıları, güneşin ilk ışıklarını sevinçle karşıladılar. Aydınlığından çok, sırılsıklam elbiselerini kurutacağı için…
176’ncı Alayın Tabur Komutanlarından Osman Bey, yürüyüş kolundaki erlerden birinin omuzlarında iki tüfek gördü. Yakınlarında tüfeksiz er yoktu. Yardım için arkadaşının tüfeğini taşıyor olamazdı. Erin yanına yaklaştı, sordu:
“Oğlum, niye iki tüfek taşıyorsun?”
“Komutanım, çok ateş etmekten tüfeğimin mekanizma kolu şişti. Zor açılıp kapanır oldu. O tüfekle iş göremeyeceğimi anladım. Yanımda şehit düşen arkadaşımın tüfeğini aldım. Tüfeği iyi işliyor. O günden bu yana iki tüfek taşıyorum. Şehit arkadaşımın vuruşuyorum, numarası benim üzerime yazılı olduğu için kendi tüfeğimi de bir yana bırakamıyorum.”
“Niye bırakamıyorsun oğlum?”
“Bırakılır mı hiç? Milletin malını bana vermişler, üzerime yazmışlar. Sahip çıkmamak olur mu? Hesabı benden sorulur.”
Osman Bey, erin bölük komutanını yanına çağırdı, emir verdi:
“Bu erin işe yaramayan tüfeğini alın, onbaşılığa terfi ettirin, yazısını da tabura gönderin.”
57’nci Tümen, beş buçuk saatlik bir yürüyüşten sonra sabah saat altı buçukta yedekte bekleyeceği yere vardı. hemen dinlenmeye geçildi. Bir yandan birliklere çeki düzen verilirken bir yandan da yakılan ateşlerde üniformaların kurutulmasına çalışılıyordu. Yalnız bir er üstünü kurutmayı bir yana bırakmış, oradan oraya koşuyor, her rastladığına soruyordu:
“Kardeş kırmızı bezin var mı? Yeşil bezin var mı? “
O curcuna da, yeşil çuha üstüne kırmızı şeritli onbaşı işaretini bulmak kolay değildi.
Bu gece yağmur altında yürüyüş yapan bir başka Türk tümeni daha vardı. 23. Tümen. Çal Dağı kesiminde yaptığı şaşırtma saldırısını hava karardıktan sonra kesip Mürettep Kolordu emrine girmek için bütün gece yağmur altında yürümüş, gün doğmadan önce Beyceğiz’e varmıştı. Yunanlıların hava gözetlemesine karşı hemen köydeki evlere dağılmış, gizlenmişti. Ne var ki ıslak elbiseleri kurutmak için ateş yakamıyorlardı. Köydeki evlerin bütün bacalarının tütmesinin Yunanlıların dikkatini çekeceğinden korkuluyordu. 23.Tümenin bütün subay ve erleri sırılsıklam üniformalarını çıkarıp iyice sıkmışlar, evlerin içinde kurdukları iplere asmışlardı.
Beyceğiz evleri, beyaz uzun donlu, yarı çıplak insanlarla doluydu. Pantolonlar kuruduktan sonra giyilecek iplere serilme sırası donlara gelecekti. Türk ordusunda hiçbir savaçının yedek iç çamaşırı yoktu. Giyilen iç çamaşırlara da Ulusal Yükümlülük Emirleri (Teşkilatı Milliye Emirleri) uyarınca Anadolu’daki her Türk evinin hazırlayıp verdiği tek kat iç çamaşırıydı. Bu yüzden, Türk savaşçılarının giydiği iç çamaşırlarının ortak yanı renklerin beyaz oluşuydu. Biçimleri ve dikişleri çeşit çeşitti. Çoğu el tezgâhlarında dokunmuş bezlerden yapılmıştı. Türk kadınları göz ölçüsüyle fanila ve don biçiminde kesip biçmişler, elle dikerek Tekalifi Milliye Komisyonlarına vermişlerdi.
Yunan vahşetini unutturmaya çalışanlara, unutturmanın da ötesinde yok sayanlara bir hatırlatmada bulunmak boynumuza farz olmuştur.
Duatepe’nin üç kilometre kuzeyindeki Çekirdeksiz köy, Yunan işgali altınan kurtarılan ilk köy oluyordu. On gün önce Yunanlılar ele geçirmiş, elimizden aldıkları topraklar arasına katmışlardı. Şimdi, Kütahya – Eskişehir yenilgisinden bu yana yüzlerce köyü Yunanlılara kaptıran Türk ordusu, ilk kez yitirdiği bir köyü geri almıştı. Çekirdeksiz’e giren 15. Tümen birlikleri, köyün içinde henüz bir iki adım atmadan Anadolu’ya köklü Yunan uygarlığını getirdiklerini tüm dünyaya sık sık duyuran Yunan ordusunun geride bıraktığı uygarlık izleriyle karşılaşıp irkildiler. Köy evlerinin tüm damları yıkılmıştı. Görülen taş yığınları önceleri orada bir ev bulunduğunu anımsatıyordu. Sokaklarda bir çok inek, öküz ve manda ölüsü yatıyordu. Hayvanların karınları deşilmiş, bağırsakları ve işkembeleri patlamış, üstlerinde binlerce sineğin üşüştüğü pis kokulu sıvılar yerlere yayılmıştı.
Sağda bozuk bir harman yeri kalıntısı vardı. birkaç kadın çömelmiş, elleriyle buğdayı taneleri arıyorlardı. Taş yığınlarının arasında bir gölge kırık bir tence kaynatıyor, ayaklarının arasına paçavralara sarılı iki yaratık toprakla oynuyordu. Yıkıntılar asarından çıkan yaşlı bir kadın, cılız kollarıyla kurtarıcı Türk askerlerinin boynuna sarılıyor, bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyordu. Arada bir kesik kesik konuşuyordu.
“Başımıza neler geldi? Yunanlılar her şeyimizi aldı, götürdü. Ne ot ne ocak kaldı. Bak damlarıma, hepsi çöktü. Bak bu leşlere bunlar davarımızı, malımızı, hepsini aldı götürdü, kalanını süngüledi. Yiyecek, giyecek bir şey yok.”
Erler teselli etmek istiyorlardı:
“Zararı yok nine yine hepsi olur.”
Buruşuk yanaklarındaki iki izden durmadan yaşlar akan yaşlı kadın, birden duruyor, iki elini bir onbaşının omuzlarına koyuyordu:
“Ev sahibimi götürmüşler, yakmışlar. Doğru mu? (Eşini kastediyor)
“Yok nine, hiç insan yakılır mı? O yine gelir.”
“Yok oğul küllerini, kemiklerini görenler olmuş.”
Yıkıntılar arasında beliren daha genç ve yarı çıplak bir kadın da oraya geliyor, iki kadın, o ıssız köyün ötesindeki Anadolu’nun uçsuz bucaksız bozkırlarına bakarak uzun uzun ulur gibi ağlıyorlardı.
Köyün ve kadınların içler acısı durumlarına bakan genç subaylardan biri söylenmekten kendini alamıyordu.
“Yunanlılardan kurtaracağımız her köy böyle olacaksa buradan İzmir’e dek bacası tüten ev kalmadı demektir.”
Yıkıntılar geçen savaşçılar hızlı adımlarla, Yunanlılarla çatışmayı sürdüren ileriki arkadaşlarına doğru yürüyorlardı. Köyü kurtarmanın büyük sevinci, yerini koyu bir hınca bırakıyordu savaşçıların duygularında…
Mekânınız cennet olsun aziz şehitlerimiz. Dünya durdukça sizlerin asil kanlarınızla kurtardığınız kutsal vatan toprakları, Türk kadınlarına Türk analarına emanettir. Gözünüz arkada kalmasın…