MHP'li Özdemir: Biz Muhtaç Değiliz Onlar Bize Muhtaç
TBMM Genel Kurulu'nda görüşülen uluslararası anlaşmalarla ilgili MHP Grubu adına konuşan MHP Genel Başkan Yardımcısı ve Kayseri Milletvekili İsmail Özdemir, odaklandığı 21. yüzyılın Türk ve Türkiye yüzyılı olması hedefine yönelik büyük hamleler yapan Türkiye'nin, illaki Avrupa Birliği'ne üye olmaya mecbur kalacak kadar alternatifsiz olmadığını belirterek, Avrupa Birliği'nin ise her yönden Türkiye'ye muhtaç olduğunu söyledi.
MHP'Lİ İSMAİL ÖZDEMİR'İN ULUSLARARASI ANLAŞMALARA YÖNELİK TBMM'DE YAPTIĞI KONUŞMA
Sözlerimin hemen başında Komisyon aşamasında da destek verdiğimiz anlaşmalara Genel Kurulumuzda da olumlu yönde oy vereceğimizi belirtmek isterim. Küresel gelişmelerin seyri Ukrayna ile Rusya arasında yaşanan savaşla beraber hızlanmaya başlamıştır. Daha önce ekonomik savaşlar, terörizm, Covid-19 salgını ve düzensiz göçler gibi çok boyutlu konular sebebiyle yaşanan kırılmalar şimdi her alanda değişimin ve dönüşümün işaretlerini göstermeye başlamıştır. Bu kapsamda yakın coğrafyamızda yaşanan bazı gelişmelere odaklanarak ülkemizin millî güvenliği ve uluslararası alandaki politikalarının hangi gelişmelerle karşı karşıya kalabileceğine değinmek faydalı olacaktır.
Mevcut durumda Avrupa baştan sona Ukrayna ve Rusya savaşının yarattığı etkilere odaklanmış vaziyettedir. Savaşın Avrupa için beraberinde getirdiği ana sonuç sadece askerî çabaları ilgilendirmeyen diğer yandan enerji, ticaret ve tarım başta olmak üzere son derece geniş bir düzlemde tesirleri olan sonuçlar yaratmıştır. Bu şartlar altında Avrupa aradan geçen her gün var olan askerî potansiyelini Ukrayna'ya destek için harcarken yerine yeni rezervleri koyabilmek ve doğal gaz ile petrole duyduğu ihtiyacını telafi edebilmek için Amerika Birleşik Devletleri'ne olan bağımlılığını daha da artırır hâle gelmiştir. Gerek NATO'nun birliğe üye olan ülkelerin askerî harcamalarını gayrisafi yurt içi hasılalarının en az yüzde 2 seviyesine yükseltilmesine yönelik kararı gerekse kıtadaki devletlerin çöken güvenlik mimarisi karşısındaki savunma yatırımlarını artırmaları sebebiyle Avrupa yoğun bir silahlanma dönemine girmiştir. Bu durum özellikle Avrupa Birliği nazarında müşterek güvenlik politikalarıyla ilgili yeni gelişmeleri beraberinde getirirken Almanya örneğinde olduğu gibi, bağımsız olarak da ulusal güvenlik strateji belgelerini oluşturma yahut revize etme sonucunu ortaya çıkarmıştır.
Avrupa'nın doğu bölgesindeki askerî harcamalar öncelik alırken Balkanlar gibi daha kırılgan kabul edilen bölgelerde ise geçmişten gelen ve hâlâ çözülemeyen restleşmeler vasat bulmuştur. Bunun yanı sıra küresel rekabette de kızışan şartlar sebebiyle Avrupa ülkeleri, ABD karşısına rakip olarak çıkan Çin'le ilişkilerine yeni bir soluk getirmek istemektedir. Fransa'nın, böylesi bir süreçte, Avrupa Birliğinden bağımsız olarak Pekin yönetimiyle ilişkilerini geliştirmeye niyet etmesi, siyasi ve ekonomik açıdan farklı yaklaşımların Avrupa'da hâkim olduğunu göstermektedir. Elbette, Avrupa'nın, düzensiz göçlerle ilgili sorunlar karşısında, mevcut durumda, kendilerini tatmin edici bir sonuca ulaşamamış olması da ilave sorunlarla yüzleşmeleri mecburiyetini beraberinde getirmektedir. Irkçılık ve İslam karşıtlığı, Avrupa'nın âdeta kronik hastalığı hâline gelmiştir.
Ayrıca, ırkçı akımların, yine, bu kıtada, toplumsal ve siyasi seviyede giderek güç ve zemin kazandığı, buna mukabil, diğer akımları haiz siyasi partilerin ve hükûmetlerin de sürece adapte olabilmek için politikalarını yine benzer istikamete doğru kaydırması da bir başka vahim gelişmedir. Avrupa'nın karşı karşıya kaldığı çok boyutlu tehdit ve tehlikeler, özellikle ülkemizle olan münasebetlerini doğru değerlendirmeleri mecburiyetini kendileri adına ortaya koymaktadır. Ne var ki şimdiye kadar özellikle Avrupa Birliği bu gerçeği kavramaktan oldukça uzak bir hâldedir. Türkiye'yle ilişkileri geliştirmek, Avrupa Birliğinin sadece istikrar ve refahını korumak değil, yaşamsal düzeydeki mevcudiyeti için de önemlidir. Ancak uzun yıllardan bu yana, ülkemizi Birliğe üye olarak kabul etmek yerine oyalamayı tercih eden bir tutum takınarak ve hatta Türkiye'yle ilişkileri zehirleyen gündemleri takip eden bazı ülkelerin peşine takılarak en büyük yanlışı yine kendilerine yapmışlardır. Elbette, ülkemiz, hiçbir koşulda alternatifsiz değildir ve bu gerçek, gelinen aşamada tüm çevreler nazarınca görülmüş vaziyettedir. Türkiye illaki Avrupa Birliğine üye olmaya mecbur değildir fakat Avrupa Birliği her yönden Türkiye'ye muhtaç hâldedir.
Orta Doğu bölgesi dünyanın geri kalanına nispetle ve özellikle ülkeler arası ilişkilerde yeni gelişmelerin yaşanmaya başladığı bir bölge olarak dikkat çekmektedir. Uzun yıllar boyunca istikrarsızlığın, çatışmaların, savaş ve işgallerin yaşandığı Orta Doğu'da ABD'nin yer yer çekileceğini açıklamasıyla birlikte ülkeler daha bağımsız ve çeşitlendirilmiş politikalara sevk edildikçe anlaşmazlıklar ve gerginlikler de azalmaya başlamış görünmektedir. İsrail'in Birleşik Arap Emirlikleri'yle başlattığı Arap ülkeleriyle normalleşme sürecinin kapsamı zaman içerisinde genişlemiş, hemen ardından da Katar'ı dışlayan Körfez ülkeleri tekrar bu ülkeyle ilişkilerini düzeltme eğilimine girmiştir. Gerek Körfez ülkeleri arasında gerekse aynı ülkelere komşu olan coğrafyalarda yaşanan sorunlara çözüm bulmak amacıyla vasat bulan iklim daha çok ekonomik iş birliği temelinde ilerlemeye koyulmuştur.
Çin'in var olan enerji açığını kapatmak ve yükselen bir küresel ekonomi olarak bölge ülkeleriyle ilişkisini geliştirmek üzere izlediği siyaset sadece hedeflediği alanda bulunan ülkelerle münasebetlerini sıcak bir seviyeye çıkarmakla kalmamış, Orta Doğu'da kalıcı olduğu tahlil edilen anlaşmazlıkların aşılmasında da önemli bir etki doğurmuştur. Bu kapsamda Suudi Arabistan ve İran'ın da kendi aralarında ilişkilerini normalleştirme kararı almaları her ne kadar ani bir gelişme olarak yorumlansa da gerçekte dünyanın en önemli enerji nakil güzergâhlarının başında gelen Basra Körfezi'nin her çevre nazarında artık daha istikrarlı bir yapıya taşınmak istendiği şeklinde yorumlar yaygınlık kazanmaya başlamıştır.
Bu gelişmelerin yaşandığı bir dönemde Suriye'deki Esad yönetiminin önce Arap Birliği Zirvesine Suriye iç savaşı başladığından beri geçen on iki yıllık uzun sürenin ardından davet edilmesi ve müteakip zamanlamayla da Çin'e gitmesi elbette dikkatlerimizden kaçmamıştır. İlave olarak İran'ın Şanghay İşbirliği Örgütüne üye olarak alınması, Suudi Arabistan'la beraber çok kutuplu dünyada önemli bir yere sahip olacağı anlaşılan BRICS'e üyelik daveti alması da kayda değer diğer gelişmelerdir.
Genel hâliyle bakıldığında Orta Doğu'da ve özellikle de Körfez bölgesinde şimdiye kadar baştan sona ABD güdümünde hareket eden petrol zengini ülkelerin güvenlik ihtiyacını yine ABD'den karşılasalar da artık ekonomik olarak alternatif potansiyel taşıyan diğer merkezlere doğru kayma ve ilerleme uğraşında oldukları kesinlik kazanmıştır. Bu durumu bizler Ukrayna ve Rusya arasında yaşanan savaşta yine ABD'nin talep ve çağrılarına rağmen Körfez ülkelerinin Rusya ve Çin yanlısı hareket ederek petrol üretimini ve dolayısıyla küresel seviyedeki petrol fiyatlarını belirlemedeki politikalarında da açık ve net bir şekilde gözlemlemiştik. Dolayısıyla ekonomiyi önceleyen yaklaşımla Körfez ülkelerinin yeni kurulacak küresel düzende artık çok kutuplu bir yapıya adapte olmaya başladıkları ve buna uygun olarak hareket etmeyi tercih ettikleri sonucu da karşımızda durmaktadır.
Böylesine hareketli ve hararetli bir gündem yaşanırken son G20 zirvesi toplantısının hemen ardından Hindistan'dan Avrupa'ya yine Körfez ülkeleri üzerinden uzanacak yeni bir ikmal hattı projesinin ortaya atılması da elbette ki tesadüf olmamıştır. Anlaşıldığı kadarıyla küresel rekabetin ana konusu gerek doğu ve batı gerekse kuzey ve güney arasındaki küresel kapsamda yeni ikmal ve lojistik hatlarının hangi ülke ve bölgelerden geçeceğiyle doğrudan alakalıdır. Bütün bunlar yaşanırken başta Katarla tecrübe edilen sorunlar ve Libya meselesi olmak üzere, çok başlıklı diğer gündemler sebebiyle Türkiye'yle ilişkileri bozulan Körfez ülkelerinin gelinen aşamada bu ilişkileri onarmak ve pozitif istikamete taşımaya yönelik takip ettikleri iyi niyetli siyasetin de müspet bir gelişme olduğunu belirtmemiz lazımdır. Türkiye'nin artan potansiyelinin bilincinde olan ve pek çok bölgesel konularla beraber küresel seviyede de tüm taraflara olumlu getirileri olacak bir gündemi takip ederek ilişkilerin normalleşmesi ve daha da gelişmesi eğiliminde bulunmak Orta Doğu'yla beraber Körfez bölgesinin istikrarına katkı sağlayacaktır.
Orta Doğu'daki sorunların ana unsuru ve temeli olarak kabul edilen Filistin meselesinin de arzu edilen seviyede olumlu bir şekilde ilerleme ihtimaline kavuşması şayet başarılabilirse bölgesel barışın tesisi anlamında işte önemli bir fırsat da yakalanmış olabilecektir. Elbette Suriye'de yaşanan iç savaşın siyasi olarak çözüme kavuşması ve yerlerinden edilen Suriyelilerin geri dönmeleriyle beraber bu ülkedeki normalleşmenin tesisi de bu bölgedeki barışın önemli konu başlıklarından bir tanesi olacaktır.
Suriye'yle beraber Irak'taki PKK-PYD terör örgütü başta olmak üzere diğer terör örgütlerinin varlığının ortadan kaldırılması bölgede barışı arzulayan tarafların önceliği ve ortak hassasiyeti olmalıdır. Ne Suriye'nin ne de bölgenin geleceğinde PKK-PYD terör örgütünün var olamayacağının kabulü artık sahada kendisini her yönüyle göstermeye başlamıştır. Nitekim, Suriye'de bazı Arap aşiretlerinin PKK-PYD terör örgütüne karşı giriştikleri onurlu mücadele bunun açık bir yansımasıdır ki yine, PKK-PYD terör örgütünün zulmettiği bazı Kürtlerin ve aynı zamanda Türkmenlerin de bu onurlu mücadeleye destek olmaları artık bu terör örgütünün ne Suriye'de ne de bölgede barınamayacağının, bölge sahipleri tarafından bunun kabul edilmediğinin açık bir delili ve ispatıdır.
Orta Doğu siyasetinde Basra Körfezi'nin öneminin giderek artacağı da görülmüşken ülkemiz ile komşumuz Irak arasında varılan mutabakat uyarınca inşa edilecek yeni ulaşım ve enerji hatlarının yapımıyla sadece Anadolu'nun Hint Okyanusu'na açılması değil, aynı zamanda küresel refahın en önemli güzergâhının da hayat bulması bize göre mümkün olabilecektir. Bu sebeple yakın dönemde Orta Doğu siyasetimizde Irak'la beraber geliştirilecek ikili ve çoklu iş birliklerinin ne derecede büyük öneme sahip olduğu gerçeği her yönüyle karşımızda durmasıdır. Karabağ Savaşı sonrası gündeme gelen ve bir tarafta yapımına başlanan, bugün de tamamlanması için uğraş verilen Zengezur Koridoru'nun hayat bulmasıyla Türkiye, kuzey güney ve doğu batı akslarıyla dünyanın en stratejik konumuna sahip olacak, var olan potansiyelini daha ileri bir seviyeye ulaştıracaktır. Böylelikle Karadeniz, Doğu Akdeniz, Hazar Denizi ve Basra Körfezi küresel barış ve istikrarın tesisi anlamında en kıymetli alan hâline gelirken Türkiye bu şartlarda merkez bir ülke olacaktır.
Böylesine değişken ve hassas koşulların vuku bulduğu bir küresel atmosferde ülkemizin ihtiyacı olan ana unsur yönünü tayin etmede sadece kendi irade ve hassasiyetini gözetebilmesidir. Şartların kızıştığı, çok kutupluluğun hâkim olduğu ve bundan da öte çıkarların her ülke nazarında yeniden ele alındığı süreçte henüz küresel barış ve istikrarı tesis edebilecek bir güç dengesinin oluştuğundan söz edebilmek elbette ki mümkün değildir. Türkiye aynı şartlarda kendi dengesini koruyabilen ve kurabilen bir ülke olabileceğini göstermiş, dahası bunun için yol ve istikametini bağımsız bir şekilde ortaya koymuştur. Bu kazanımımız ne pahasına olursa olsun korunacak ve millî hedeflerimizin gerçekleştirilmesi sağlanacaktır.
Diğer yandan içerisinde bulunduğumuz çok uluslu yapıların hassasiyetleri elbette ki Türkiye'nin hassasiyetlerinden büyük, öncelikli ve üstün görülemeyecektir. Bizim önceliğimiz Türkiye'dir, ufkumuz yalnızca Türk milletinin iradesiyle şekillenir ve ülkülerimiz Türklüğün yüksek idealleriyle hayat bulur. Dünyada hiçbir ülke Türkiye kadar zor bir coğrafyada yaşamamaktadır. Dolayısıyla, bizim beklentilerimize ve özellikle de millî güvenliğimizle alakalı gündemlerimize saygı göstermeyen herhangi bir oluşumu önceleyecek değiliz. Kanla ve irfanla kurduğumuz cumhuriyetimizi ilelebet payidar kılmaya yeminli olan vatan evlatları her daim önce ülkem ve milletim anlayışıyla var olmuş, var olmaya da devam edecektir.
Türkiye olarak bu zamana dek verdiğimiz her bir taahhüdü yerine getirirken muhataplarımızdan da beklentimiz bize verilen taahhütlerin aynı şekilde eksiksiz olarak yerine getirilmesidir. Bugünlerde gündemde bulunan İsveç'in NATO'ya üyeliği bahsinde bize verilen ve henüz yerine getirilmeyen resmî sözler vardır. Dahası, bu ülkede yüce kitabımız Kur'an-ı Kerim'e yönelik defalarca kez yapılan saygısızlığı da elbette ki yok sayamayız. Türkiye kendisine yönelik dayatmaları sineye çekecek bir ülke değildir, bunu Türkiye'yi müttefik olarak gördüğünü ifade eden ülkelerin her şeyden evvel iyi anlaması lazımdır. Açıkça ifade etmek isteriz ki NATO'nun açık kapı politikasının maksat ve mahiyeti bizim millî bekamızdan, egemenlik haklarımızdan, iç ve dış güvenlik mülahazalarından daha mühim olamayacaktır. Müttefiklikten dem vuranların ayrıca PKK/PYD ile FETÖ terör örgütüne verdiklerini desteği tamamen kesmeleri, yine, Türkiye'nin beklentilerini eksiksiz olarak karşılamaları elzemdir.
Şartlar ne olursa olsun, karşımıza hangi engeller çıkarılırsa çıkarılsın 21'inci yüzyılın Türk ve Türkiye yüzyılı olacağına dair inancımız tamdır. Azmimiz bu yöndedir, gayretimizi şekillendiren de hiç şüphe yok ki bu şuurdur. Tarih, coğrafya, kader ve Allah'ın yardımıyla milletimizin inancı da bu yöndedir. Başarımız anlamını ve gücünü hiç kuşkusuz ki işte burada bulacaktır. Bu vesileyle, ilgili anlaşmalara MHP olarak olumlu yönde oy vereceğimizi tekraren belirtiyor, Gazi Meclisimizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.