İnsanlık tarihi, birçok ulusun kanı canı pahasına kurtuluş savaşlarına sahne olmuştur. Ancak bunlar arasında, Türk Kurtuluş Savaşı gibi büyük imkânsızlıklar içinde başarıya ulaşmış olanları enderdir.
Vaktiyle üç kıtaya kök salmış fakat 20. Yüzyıl başlarına doğru çökmekte olan bir imparatorluktan pay almak isteyen çağın güçlü devletlerinin istilacı ordularına karşı, her bölgesini imkânsızlıklar içinde ayrı ayrı savunmak zorunda kalan bir milletin, tarihin ve geçmiş çağların en zor ve en onurlu Kurtuluş Savaşı’nı vermek zorunda kalışını doğal karşılamak gerekir.
Bu Milli Mücadele, yalnız dış güçlere karşı verilmeyip aynı zamanda dışa bağlanmış gruplara, ulusuna rağmen dış devletlerle iş birliği yaparak “ Gaflet, Delalet ve Hatta İhanet İçinde” olanlara karşı verildiğinden zordan da öte insanüstü bir çaba ve özveriyi gerektirmiştir.
İşte Türk Kurtuluş Savaşı bunun için diğer milletlerin kurtuluş savaşlarından farklı özellikler gösterir. Türk Kurtuluş Savaşı, bunun için dünyanın ve özellikle doğunun ezilen sömürge durumundaki uluslarına örnek olmuş ve onlara güç vermiştir.
Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nde anlatılan bütün bu “Elim ve vahim Şartlar” karşısında Türk insanı, “Bu Ahval ve Şerait İçinde Dahi” birinci görevinin Türk istiklaline sahip çıkmak olduğunun bilinciyle ve “Muhtaç Olduğu Kudretin Damarlarındaki Asil Kanda Mevcut Olduğunu” hiçbir zaman hatırdan çıkarmayarak kutsal mücadelesini başarıya ve zafere ulaştırmıştır.
Sabahın 05.00 ‘inde, Tabur Komutanı Binbaşı Hüseyin Hamit, Alay komutanına şu raporu veriyordu. “Kurtkaya tepesi, taburumuz tarafından işgal edilmiştir. Bozguna uğrayan Yunan kaçmaktadır.”
… Ve sonra günün durum raporunda 6. Bölük Komutanı Yüzbaşı Agâh7.Bölük Asteğmeni Rıfat ve diğer şehit düşen erler bildiriliyor ve harp cephesine de geçiliyordu.
Bilecik İstasyonu’nda bir askeri tiren hareket etmek üzereydi. Lokomotif, sabrı tekenmiş bir savaşçı gibi keskin nefesini gökyüzüne savurarak homurdanıyor, ardındaki otuz iki vagon, şanlı yolcularına uymak istercesine tam bir düzen içinde birbiri peşine dizilmiş emir bekliyordu.
Birlik komutanları, son emirlerini vermek çabası içinde sağa sola koşturuyorlar; istasyon görevlileri kendileriyle ilgili son hizmetlerini bitirmeye çalışıyorlardı. Akşamın karanlığı yavaş yavaş koyulaşıyor, her şey bu karaltı içinde gittikçe eriyip kayboluyordu.
Katarın tam karşısında, kapısı açık kırk beş kişilik bir vagon önünde, oraya mıhlanmış gibi duran biri vardı. Teğmen Abdülkadir Kemal, onun kim olduğunu ve orada ne yapmak istediğini merak etmişti. Önce bir nöbetçi olsa gerek diye düşündü ve ilerledi. Hayır bu bir nöbetçi değildi. Yanına yaklaştığı zaman, uzun boyu, yılların getirdiği türlü keder ve güçlüklerin yükü altında öne doğru eğilmiş, elinde bir değnek, sırtında bir torba, sessizliği içinde yaşantısının bütün öyküleri çukura batmış gözlerinde okunan orada çakılıp kalmış bir Türk anasıyla karşılaşmıştı. Başındaki örtü ıslanmış, ak saçlarına yapışmıştı. Kutsal bir göreve kendini adamış gibi bakışlarını vagondaki Mehmetçiklere dikmişti.
“Oğlun kimdir nerelidir ana?
“Söğüt’ün Akgönlü köyünden Mahmut oğlu Hüseyin.”
“Çağırayım mı, görmek ister misin? “
“Ona söyleyecek bir sözüm var. zahmet olmazsa sana dua ederim.”
Teğmen Abdülkadir vagona doğru gitti ve yüksek sesle bir künye okudu. “Mahmut oğlu Hüseyin, Söğüt” Bir ses:
“Buyur komutanım, benim Akgönül’den”
“Gel oğlum, seni anan görmek istiyor.”
Delikanlı vagondan atladı. Filiz gibi bir boyla teğmenin karşısında, esas duruşta bir heykel gibi dikildi. O sırada çakan bir şimşek, bu heybetli görüntüyü sanki bütün gökyüzüne yansıtıyordu. Birlikte yürüdüler ve feleğin bütün kahrını sinesinde söndürmüş ihtiyar annenin önünde durdular.
Hüseyin anacığının elini büyük bir saygı ve sevgiyle öptü. Çaresiz ana, bir kaya kadar metin görünüyordu. Ciğerparesini sarılıp kokladı ve dedi ki:
“ Hüseyin dayın Şıpka’da, baban Dömeke’de, iki ağan geçen bahar Çanakkale de şehit düştüler. Bak, son dayanağım sensin. Minareden ezan sesleri kesilecekse köyüm, vatanım yunan eline düşecekse, şehitlerim bizi lanetleyecekse sütüm haram olsun, öl de köye dönme. Haydi oğul! Allah yolunu açık, yüzünü ak etsin.”
Hüseyin, bu sözleri kalbinin derinliklerine gömerek anasını ve teğmenini selamladı. Sert bir dönüşle vagondaki yerine döndü gözlerinde korkunç bir intikam, yılmaz bir savaşkanlık, yenilmez bir güç kıvılcımı parlıyordu.
Teğmen Abdülkadir, bu yüce ruhlu kadınla yalnız kalmıştı.
“Valide demek sizin soyun erkekleri hep şehit oldular öyle mi?”
“Yalnız bizim soy değil oğul. Yıllardır köy mezarlığına delikanlı gömülmedi. Vatan sağ olsun.”
Teğmen Abdülkadir, bu Türk anasının karşısında donup kalmıştı. “Anadolu” ne demektir şimdi daha iyi anlıyordu. İçinden kopup gelen bir saygı ile ihtiyarın elini öperek:
“ Anacığım, bana da dua etmeyi unutma.” dedi.
O, gerçekte asıl anasını küçükken kaybetmişti. Buğulanan gözlerini ve boğuklaşan sesini saklamak için döndü ve tirene atladı. Kendi kendine “Milleti doğuran da ana yaşatan da ana” diyordu. |