MHP'li Özarslan: Türkeş Neden Başbakan Olamadı?
Haber Detayı
02 Temmuz 2023 - Pazar 14:12 Bu haber 7310 kez okundu
 
MHP'li Özarslan: Türkeş Neden Başbakan Olamadı?
MHP Genel Sekreter Yardımcısı Bahadır Bumin Özarslan, Başbuğ Alparslan Türkeş'in Başbakan olamayışının perde arkasını açıkladı.
TÜRK DÜNYASI Haberi
MHP'li Özarslan: Türkeş Neden Başbakan Olamadı?

Türk Gzt'de yayınlanan ''Atatürk'ün Türk Dünyası'na Bakışı'' başlıklı makalesinin bazı bölümlerini sosyal medya hesabından paylaşan MHP Genel Sekreter Yardımcısı Bahadır Bumin Özarslan, Atatürk'ten sonra iktidara gelenlerin Atatürkçülük adına İnönücülük yaparak Türk Dünyasından uzaklaşma stratejisi izleyişini ortaya koyduğu makalesinde, Başbuğ Alparslan Türkeş'in Başbakan olamayışının perde arkasını açıkladı. Aynı mantığı MHP Lideri Devlet Bahçeli için de yürütebilirsiniz.

 

MHP'Lİ ÖZARSLAN'IN MAKALESİ ÜZERİNDEN YAPILAN ANALİZ

 

''Atatürk'ün Türk Dünyası'na Bakışı'' başlıklı makalesinde, Türk Birliği ve Turan Hedefi olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün, Türk Dünyasına yönelik izlediği siyaseti anlatan MHP Genel Sekreter Yardımcısı Bahadır Bumin Özarslan, Atatürk'ün ölümünden sonra İnönücülük yapan iktidarın terkettiği Türk Dünyası eksenli siyaset anla­yışınının Başbuğ Alparslan Türkeş'in çabalarıyla yeniden doğması hakkında çarpıcı tespitlerde bulundu.

 

TÜRK DÜNYASI HEDEFİ OLAN LİDERLERİN BAŞINA GELENLER

 

Misak-ı Milli sınırları içerisinde yer alan topraklarında bulunduğu ülkeler ile Balkan Antantı ve Sadabat Paktı kurulmasını isteyen Atatürk'ün ve bu iki hedefi gerçekleştirmek isteyen siyasetçilerin başına Türkiye'de nelerin geldiği düşünülürse, MHP'li Özarslan'ın makalesi daha iyi anlaşılır. Atatürk'ün ölmünündeki sır perdesinin hala çözülemediği Türkiye'de;  Sadabat Paktı projesini yeniden gündeme alan Başbakan Menderes'in ölümü, Rusya dağılırken Türk Dünyasıyla ilişki kurmaya çalışan Başbakan Demirel'in önüne çıkarılan engeller, Irak'a operasyon yapmak isteyen Başbakan Özal'ın engellenmesi ve sonrasında içtiği limonata sonrasındaki ölümü, ABD'nin Irak'ı işgal etmesine karşı çıkan MHP'nin de içinde olduğu Ecevit'in Başbakanlığındaki Koalisyon Hükümetini yıkmak için DSP'nin ikiye bölünmesi ve 2001 krizinin çıkarılması sonucunda iktidarın yıkılması, 15 Temmuz FETÖ hain darbe girişimine maruz kalan Erdoğan'ın Cumhur İttifakıyla birlikte Türk Birliği'nin kurulmasına yönelik çabalarının engellenilmeye çalışılmasına bakıldığında herşey daha net görülüyor.

 

ALPARSLAN TÜRKEŞ VE DEVLET BAHÇELİ'Yİ ENGELLEME ÇALIŞMALARI

 

1944 yılında görülen Türkçülük-Turancılık davasında Alparslan Türkeş'in de aralarında bulunduğu 23 kişinin İnönücü zihniyet tarafından yargılanmasını hatırlayınız. 1960 Darbesinin emir komuta zinciri içerisindeki kudretli Albayı olmasına rağmen, Sadabat Paktı'nın kurulmasını Atatürk'ten sonra yeniden gündeme alan Başbakan Adnan Menderes'in idamının cinayet olacağını belirterek Darbecilere karşı çıkan Alparslan Türkeş'in sürgüne gönderilip hapse atılmasına bakınız.

 

9 Şubat 1969 tarihinde Adana'da Alparslan Türkeş liderliğinde kurulan MHP'nin her yükselişinde önüne engeller çıkarıldığı için tek başına hiç iktidar olamayışını hatırlayınız. Türkiye'nin dört siyasi eğiliminin liderlerinden Demirel, Ecevit ve Erbakan Başbakan olurken Türkeş'in Başbakan olamayışına bakınız. 1980 darbesinin yapılışındaki esas hedeflerinden birisinin; çok güçlenen MHP'nin iktidar yürüyüşünü engellemek olduğu gerçeğini hatırlayınız. Başbuğ Türkeş'ten sonra MHP'nin liderliğini üstlenen Devlet Bahçeli'nin Başbakan olmaması için çevrilen küresel oyunları hatırlayınız. Ekonomiyi düzeltme yolunda önemli adımlar atan DSP+MHP+ANAP Koalisyonunun 2001 kriziyle yıkılmasının ardında yatan önemli gerçeğin; küreselcilerin, yapılacak ilk seçimde MHP'nin tek başına iktidar olma korkusu olduğunu hatırlayınız.

 

Seçimlerde tek başına iktidar ya da 1. parti olamayan MHP'nin eline Devlet Bahçeli döneminde Başbakan olma fırsatı geçmişti ancak haklı olarak reddedildi. Devlet Bahçeli; 1999 seçiminden hemen sonra DYP ve RP'nin Başbakanlık önerisini, DSP+MHP+ANAP Koalisyonu yıkılışı sürecinde Merkez Sağın Başbakanlık önerisini, 7 Haziran 2015 seçimi sonrasında Fetullah Gülen ve Kemal Kılıçdaroğlu'nun MHP+CHP+HDP koalisyonun Başbakanı olma teklifini haklı olarak reddetmişti. 

 

BAHÇELİ'NİN TÜRK DÜNYASI EKSENLİ SİYASET ANLAYIŞINI TÜRKİYE'YE YENİDEN HAKİM KILMASI

 

Küreselciler ve yerli işbirlikçilerinin her seçim öncesinde türlü oyunlarla engellemeye çalıştığı MHP tek başına iktidar olamadı ama Başbuğ Türkeş'ten sonra MHP'nin liderliğini üstlenen Devlet Bahçeli, Türkeş'in Milliyetçi Cephe Hükümetlerine destek verme politikasını izleyerek başarıya ulaştı. Henüz Genel Başkan olmadan 1992 yılında ortaya koyduğu ''2023'te Lider Ülke Türkiye ve 21. Asrın Türk Asrı Olması'' hedeflerini; 15 Temmuz FETÖ darbesi sonrası destek verdiği Ak Parti ile kurduğu Cumhur İttifakı aracılığıyla ''Türk ve Türkiye Yüzyılı'' olarak Devlet Politikası haline getiren Devlet Bahçeli, Atatürkçülüğü maske olarak kullanarak İnönücülük yapan siyasetçilerin Atatürk'ün ölümünden sonra rafa kaldırdığı Türk Dünyası Eksenli Siyaset Anla­yışını, Hükumet Başkanı olmadan da Türkiye'ye yeniden hakim kıldı.

 

Tüm bu gelişmeler ışığında aşağıda alıntılar yapılan MHP Genel Sekreter Yardımcısı Bahadır Bumin Özarslan'ın ''Atatürk'ün Türk Dünyası'na Bakışı'' başlıklı makalesini okuyunuz. Ortaya çıkan gerçekleri değerlendiriniz.

 

BAHADIR BUMİN ÖZARSLAN'IN ATATÜRK'ÜN TÜRK DÜNYASINA BAKIŞI BAŞLIKLI MAKALESİNDEN BÖLÜMLER

 

Atatürk'ün daha kurumsal, daha kuşatıcı ve yüzyıllara uzan­masını arzu ettiği politikaların başında gelen “Türk Dünyası Poli­tikası” ise neredeyse hiç gündeme getirilmemiştir. Atatürk'ün ölümünden sonra terk edilmeye başlanan, Soğuk Savaş yıllarında unut(tur)ulan bu politika, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla yeniden hatırlanır gibi yapılmıştır. Osmanlı Devleti’nin 18. yüzyılın son çeyreğinden itibaren başlayan irtifa kaybı, 19. yüzyılda hızlana­rak devam etmiş ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinde başkent İstanbul’un işgaline kadar uzanan bir felakete yol açmıştır. Bu gelişmeler üzeri­ne Ankara merkezli olarak baş­layan Millî Mücadele’nin başarılı olması sonucunda yeni bir Türk devleti ortaya çıkmıştır. 

 

Yeni ku­rulan Türkiye Cumhuriyeti Dev­leti, Türk Milleti’nin İslâm’ın bin yıldan beri bayraktarlığını yaptı­ğının ve bütün Batı’nın şimşek­lerini üzerine çektiğinin farkın­dadır. Polatlı’da durdurdukları ve Türkiye’den sürdükleri Batı’nın yeniden tarihî hıncına muhatap olmak istemedikleri ve kurdukları yeni devletin nefes almasını iste­dikleri için kurucu kadro, yeni bir dış politika tasarlamıştır. Bu yeni dış politikada Pantürkist ve Panislamist çizgilerin resmen yer al­ması uygun bulunmamıştır. Türk Milleti’nin Türkiye topraklarında­ki istiklâlini garanti altına almak için kurucu kadro, Misak-ı Millî sınırlarıyla yetinmiş bir görüntü vermek durumunda kalmıştır. Ancak bu durum, kurucu kadro­nun ve özellikle Atatürk'ün Türk Dünyası ile ilgisini tamamen kestiği, düşünce dünyasından çı­kardığı anlamına gelmemektedir.

 

ATATÜRK'ÜN TÜRK DÜNYASINA BAKIŞINDA ÜÇ TEMEL AYAK

 

Atatürk'ün Türk Dünyası’na resmî politika açısından yaklaşı­mı üç ayak üzerine oturmuştur. Atatürk'ün konuya yaklaşı­mında ilk esas, Türkiye dışında yaşayan Türklerin Türkiye’ye göç etmesini engellemek ve bu toplu­lukların bulundukları ülkelerde yaşamaya devam etmelerini sağ­lamaktır. İkinci esas ise göçün engellenmesinin doğal bir sonucu olarak, bu toplulukların kültürel yapılarını korumalarına yardımcı olmaktır. Bu iki esasın hayata ge­çebilmesi için de Atatürk, Tür­kiye dışındaki Türklerin yaşadığı devletlerle iyi ilişkiler kurmayı ve Türklerin temel insan haklarını güvence altına almayı üçüncü esas olarak belirlemiştir. Dikkat edi­lirse Atatürk'ün belirlediği bu esaslar, birbirini tamamlayıcı bir niteliğe sahiptir. Bu esaslardan biri dikkate alınmazsa oluşturulan bu politikanın çökmesi kaçınılmaz olur. Nitekim bu politika, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Türkiye dışındaki Türklere bakışında, bu­güne kadar etkili olmuştur ancak bu politikanın sadece ilk ayağı, yani göç etmenin engellenmesi siyaseti takip edilmiştir. 

 

ATATÜRK'ÜN ANLAYIŞININ TERKEDİLMESİ 

 

Türki­ye dışındaki Türklerin kültürel yapılarını muhafaza etmeye, ge­liştirmeye ve insan hakları teme­linde yaşamlarını sürdürmelerine yönelik anlayış ise Atatürk'ün ölümüyle birlikte terk edilmiştir. Bunun faturası ise Türklerin, bulundukları coğrafyalarda asimi­lasyona ve zulme maruz kalmaları şeklinde kesilmiştir. Atatürk'ün Türk Dünyası’na bakışında önemli olan bir başka husus da bütüncül bakış açısıdır. Atatürk'ün Türk Dünyası’na yaklaşımında din, mezhep, hane­dan gibi ayırıcı özellikler dikkate alınmamış; Türklük temelinde büyük kültürel ortaklık öne çıka­rılmıştır. Nitekim şu sözler, O’nun konuya bakışını gösteren oldukça özlü cümlelerdir:

 

“Türk Milleti Kurtuluş Savaşı’ndan beri, hatta bu savaşa atı­lırken bile mahkûm milletlerin özgürlük ve bağımsızlık davalarıy­la ilgilenmeyi, o davalara yardım etmeyi benimsemiştir. Böyle olunca kendi soydaşlarının özgürlük ve ba­ğımsızlıklarına kayıtsız davranma­sı elbette uygun görülemez. Fakat milliyet davası, bilinçsiz ve ölçüsüz bir dava şeklinde düşünülmemeli ve savunulmamalıdır. Milliyet da­vası, siyasî bir mücadele konusu olmadan önce, bilinçli bir ülkü so­runudur. Bilinçli ülkü demek pozitif bilime, bilimsel yöntemlere dayan­dırılmış bir hedef ve amaç demektir. O halde propagandalarda olumlu yöntemlere başvurmak şarttır. Ha­reketlerin imkân sınırları ve sıraları kesinlikle hesaba katılmalıdır. Tür­kiye dışında kalmış olan Türkler, ilkin kültür sorunlarıyla ilgilenme­lidirler. Nitekim, biz Türklük da­vasını böyle bir olumlu ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine, Türk dilinin kaynakları­na, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz. Baykal ötesindeki Yakut Türkleri’nin dil ve kültürlerini bile ihmal etmiyoruz.”

 

ATATÜRK'ÜN TÜRK DÜNYASINA BÜTÜNCÜL BAKIŞ AÇISI

 

Atatürk'ün aşağıdaki sözleri de yine aynı bütüncül bakış açısı­nın bir ürünüdür: “Balkan Milletleri içtimaî ve siyasî ne çehre arzederlerse etsin­ler, onların Orta Asya’dan gelmiş yakın soylardan müşterek cetleri olduğunu unutmamak lazımdır. Karadeniz’in Şimal ve Cenup yolla­rı ile binlerce seneler deniz dalgaları gibi birbiri ardınca gelip Balkanlar­da yerleşmiş olan insan kütleleri, başka başka adlar taşımış olmala­rına rağmen, hakikatte bir tek be­şikten çıkmış kardeş kavimlerden başka bir şey değildirler.”

 

Atatürk'ün Türk Dünyası’na bakış açısındaki bütüncüllüğün bir diğer somut örneği de tak­dir ettiği tarihî şahsiyetler içinde Timur’un bulunmasıdır. Timur için söylediği, “Ben Timur zama­nında olsaydım, onun yaptığını ya­pabilir mi idim, onu söyleyemem; fakat o benim zamanımda olsaydı, belki daha fazlasını yapabilirdi.” ve “Timur’un asıl dikkat çeken hali, bir tehlike zamanında sakin ve dü­şünceli kalışıydı. Bu, büyük iş yapa­bilmek yeteneğinde olan adamlar­da görülebilir.”5şeklindeki sözler, oldukça dikkat çekicidir. Zira Ti­mur için bugün bile Türkiye’de ilk ve orta öğretim aşamasındaki ders kitaplarında düşmanlık bes­leyen ve yalan-yanlış pek çok bilgi bulunmaktadır. Bir asker ve dev­let adamı olması münasebetiyle Atatürk'ün Timur’u incelemiş ve beğenmiş olması elbette müm­kündür ancak Batı Türklüğü’nün o çağdaki devleti olan Osmanlı’yı kısa süreliğine bile olsa duraksat­ması ve Türkiye topraklarındaki mücadele esnasında yaşananlar­dan dolayı, asırlardır Türk halkı arasında kötü bir üne sahip olan Timur’u övmesi, Atatürk'ün verdiği ince mesajlardan biri ol­malıdır. Öte yandan Timur’a ait Kuran-ı Kerim’in Millî Mücadele esnasında, 7 Ocak 1922 tarihin­de Buhara Halk Şûraları Cum­huriyeti temsilcileri tarafından Atatürk'etakdim edilmesi ve bu kutsal emanetin hâlâ TBMM Kütüphanesi’nde muhafaza edili­yor olması, bu iddiayı güçlendirmektedir.

 

ATATÜRK'E SORULAN BİR SORU

 

Atatürk'ün Türk Dünyası ile ilgili bakışını yansıtan en bilinen sözleri, 29 Ekim 1933 tarihinde söylediği sözlerdir. Cumhuriyet’in onuncu yılı münasebetiyle düzen­lenen bir toplantı esnasında söyle­nen bu sözlerin hikâyesi şöyledir: Cumhuriyet’in ilânı münasebe­tiyle Ankara’da yapılan balolar­dan biri de Ziraat Bankası Genel Müdürlüğü’nde yapılmaktadır. Bu baloya sonradan katılan Atatürk, eğlenmekte olan insanla­rın arasına karışır. Bir süre sonra, müziği kestirip oradakilerin ken­disine soru sormasını ister. Şaş­kınlığa uğrayan kalabalıktan üç kişi, Atatürk'e soru yöneltir ki bunlardan biri de Dr. Zeki Bey’dir. O yıl Tıbbiye’den mezun olduğu söylenen Zeki Bey, üç soru sorar. Üçüncü sorusu, aynen şu şekilde­dir:

 

“... Gazi Paşam! Saltanatı kal­dırdık. Hilâfeti, meclisin manevî şahsiyeti içine aldık; bunlar, yapı­lana kadar bir milletin ideali olabi­lirler. Fakat, yapıldıktan sonra, yeni bir düzen kurulur ve işler. Onun iyi işlemesini sağlamaya mecburuz! Yaptığımız öteki devrimler de ya­pıldıkları an ideal olmaktan çıkar. Artık ideallerimiz, yaşadığımız gerçekler hâline dönüşmüştür. İyi ya da kötü sonuç vermesi, bizim sorumluluğumuzun sonuçlarını belirler. Ama bir de milletlerin ba­badan oğla sıçrayan uzun vadeli idealleri vardır. Siz bize, böyle bir ideal aşılamadınız! Yahut benim bundan haberim yok! Bunu bize açıklar mısınız Gazi Hazretleri?...”

 

Dr. Zeki Bey’in üçüncü soru­suna karşılık olarak Atatürk, Türk Milleti’nin bir ülküsünün olduğunu ancak bu ülkünün dev­let tarafından açıklanamayaca­ğını söyler. Bunun vicdanımıza yazılmış gerçekler olduğunu, ko­nuşulmayacağını ancak millet ta­rafından yaşanacağını belirterek bir devlet başkanı olarak sorumlu­lukları bulunduğunu, bu sorumlu­luklar altında konuşamayacağını ifade eder. Bu konuyla ilgili olarak gençlerle ayrıca konuşacağını ekler ve Dr. Zeki Bey’i de yanına alarak Genel Müdür’ün odasına geçer. Karşısına Zeki Bey’i oturtur ve aralarında şöyle bir diyalog geçer:

 

“- Benim arkamdaki haritayı gö­rüyor musun? Evet Paşam. O haritada, Türkiye’nin üstüne abanmış bir blok var; Onu da görü­yor musun? Evet, görüyorum, Paşa hazret­leri. Hah... İşte o ağırlık, benim omuzlarımın üstündedir. Omuz­larımın üstünde olduğu için konu­şamam! Düşün bir kere. Osmanlı İmparatorluğu ne oldu? Avusturya- Macaristan İmparatorluğu ne oldu? Daha dün, bunlar vardılar. Dünya­ya hükmediyorlardı! Avrupa’yı ür­küten Almanya’dan bugün ne kal­dı? Demek hiçbir şey, sürgit değildir! Bugün, ‘ölümsüz’ gibi görünen nice güçlerden, ileride belki pek az bir şey kalacaktır. Devletler ve milletler, bu idrakin içinde olmalıdırlar.

 

BUGÜN RUSYA DOSTUMUZDUR AMA YARIN NE OLACAĞINI KİMSE KESTİREMEZ

 

Bugün Sovyet Rusya dostumuz­dur, komşumuzdur, müttefiki­mizdir. Devlet olarak bu dostluğa ihtiyacımız var! Fakat yarın ne olacağını kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan İmparator­luğu gibi parçalanabilir! Bugün, elinde sımsıkı tuttuğu Miletler, avuçlarından sıyrılabilirler. Dünya, yeni bir dengeye ulaşabilir! İşte o zaman Türkiye, ne yapacağını bil­melidir! Bizim bu dostumuzun yöne­timinde dil bir, inanç bir, öz bir kardeşlerimiz vardır. Onları arka­lamaya hazır olmalıyız! ‘Hazır ol­mak’ yalnız o günü susup beklemek değildir; hazırlanmak lazımdır. Milletler, buna nasıl hazırlanırlar? Manevî köprüleri sağlam tutarak! Dil, bir köprüdür; inanç bir köprü­dür; tarih bir köprüdür! Bugün biz, bu toplumlardan dil bakımından, gelenek, görenek, tarih bakımından ayrılmış, çok uzağa düşmüşüz! Bi­zim bulunduğumuz yer mi doğru, onlarınki mi? Bunun hesabını yap­makta fayda yoktur! Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz; bizim, onlara yaklaşmamız gerekli. Ta­rih bağı kurmamız lazım. Folklor bağı kurmamız lazım. Dil bağı kur­mamız lazım. Bunları kim yapa­cak? Elbette Biz! Nasıl yapacağız? İşte görüyorsunuz, ‘Dil Encümenle­ri’, ‘Tarih Encümenleri’ kuruluyor. Dilimizi, onun diline yaklaş­tırmaya, tarihimizi ortak payda hâline getirmeye çalışıyoruz. Böylece, birbirimizi daha kolay anlar hâle geleceğiz. Bir sevgi parlayacak aramızda; tıpkı bir vücut gibi, ka­derde ve mutlulukta birbirimizi du­yacağız ve arayacağız. Ortak bir dil amaçladığımız gibi, ortak bir tarih öğretimiz olması gerekli. Ortak bir mazimiz var, bu maziyi, bilin­cimize taşıtmamız lazım. Bu sebep­le okullarda okuttuğumuz tarihi, Orta Asya’dan başlattık! Bizim ço­cuklarımız, orada yaşayanları bil­melidir. Orada yaşayanlar da bizi bilmeli.

 

ATATÜRK'ÜN TÜRK TARİH VE DİL KURUMLARINI KURMA NEDENİ

 

İşte bunu sağlamak için de ‘Tür­kiyat Enstitüsü’nü kurduk. Kültür­lerimizi bütünleştirmeye çalışıyo­ruz! Ama bunlar, açıktan yapılmaz! Adı konularak yapılacak işlerden değildir. Yanlış anlaşılabildiği gibi, savaşlara da sebep olabilir. Bunlar, devletlerin ve milletlerin derin dü­şünceleridir. Bazı vatandaşlarımız; ‘Paşanın işi yok! Dil ile tarih ile uğraşmaya başladı’ diyorlarmış. Yağma yok! Benim işim, başımdan aşkın! Ben bugün çağdaş bir Türkiye kurma­ya ne kadar çalışıyorsam, ‘Yarının Türkiyesi’nin temellerini atmaya da o kadar dikkat ediyorum. Bu yap­tıklarımız, hiçbir millete düşmanlık değildir. Barıştan yanayız, barıştan yana kalacağız! Ama durmadan değişen dünyada, yarının muhte­mel dengeleri için hazır olacağız. Bunları sana, akıllı bir genç oldu­ğun için söylüyorum. Açıktan söy­lemiyorum, kulağına söylüyorum. Sen bil, gerekçesini kimseye söyle­meden böyle davran; çevrenin de böyle davranması için gerekeni yap! İdealler konuşulmaz, yaşanır! İşte, senin sorunun karşılığını da böylece vermiş oldum!” 

 

Atatürk'ün Türk Dünyası ile ilgili bakış açısı, attığı adımlarla somutlaşmıştır. Bu adımlar içinde, kurumlaşma çabaları ve izlenen dış politika önemli bir yer tutmak­tadır. Kurumlaşma çabaları için­de en bilinen örnekler Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Tür­kiyat Enstitüsü gibi kuruluşlardır. Atatürk'ün bu kuruluşlar üze­rine adeta titrediği bilinmektedir. Nitekim vasiyetnamesinde, Türk Tarih Kurumu’na ve Türk Dil Kurumu’na şahsî mal varlığından pay ayırmıştır. 1924 yılında kuru­lan Türkiyat Enstitüsü için 20.000 Lira ödenek çıkarttırmıştır. 20.000 Lira’nın meblağ olarak büyüklü­ğünü anlamak için Türkiye’nin 1924 yılı ekonomik göstergele­rinden bazılarına bakmak ye­terli olacaktır. 1924 yılı itibarıyla Türkiye’nin ihracatı 159 Milyon Lira, ithalatı ise 194 Milyon Lira civarındadır. Atatürk'ün Tür­kiyat Enstitüsü için ayırdığı para­yı, 1924 yılı ihracat rakamlarıyla karşılaştırarak 2011 yılı ihracat rakamlarıyla oranlarsak bugün için yaklaşık 30 Milyon Liralık; 2011 yılı ithalat rakamlarıyla oran­larsak yaklaşık 53 Milyon Lira­lık bir meblağa karşılık geldiğini anlayabiliriz. Ortalama en az 40 Milyon Lira’ya tekabül eden bu meblağ, Atatürk'ün Türkiyat Enstitüsü’ne verdiği önemi gös­termesi bakımından oldukça an­lamlıdır10. Türkiyat Enstitüsü’nün kurucusu olarak görevlendirilen Prof. Dr. Fuat Köprülü, rakamı öğrendiği zaman hayrete düşmüş­tür. Kendi ifadesine göre:

 

“...bunu yanmış-yıkılmış bir Türkiye ortamında, zengin ve em­peryalist milletlerin bilimsel he­veslerine ve uzun vadeli çıkarları­na cevap vermek için kurdukları Türkiyat Enstitülerinden birini kuruyordu. Beni görevlendirirken, heyecanlıydı, diyebilirim; çocuğunu okula emanet eden sevecen bir ba­baya benziyordu!

 

- Size, önem verdiğim bir görevi veriyorum. Bilgili ve özellikle zeki arkadaşlarınızı toplayın! Onlara görev verin; oralara gitsinler, ora­daki insanlarla dostluk kursunlar ve toplumlar arasındaki benzerlik­leri, kültür ve tarih beraberliğimizi hatırlatarak canlandırsınlar! Siz onları memleketimize davet edin. Cumhuriyetimizi yakından gö­rüp tanısınlar. Oralarda gereken araştırmaları yapın, bilime hizmet edin! Ortak bir tarihten geliyoruz, birbirimizi tanımakta yarar var! Hadi, göreyim sizi!”. Bu öğüde uy­gun olarak, 1926 yılında Sovyetler Birliği tarafından Bakü’de yapı­lan Birinci Türkoloji Kurultayı’na, Türkiye’den Fuat Köprülü’nün ve Hüseyinzade Ali’nin katıldı­ğı bilinmektedir. Kurultayda bi­rer tebliğ sunmuşlar ve dönüşte Atatürk'e bir rapor hazırlayıp vermişlerdir. Kurultay’da alınan Sovyetler Birliği sınırları içinde ya­şayan Türklerin Latin Alfabesi’ne geçmesi kararının ardından, Türkiye’de Latin Alfabesi’ne ge­çilmesiyle ilgili tartışmaların başlaması ve Ağustos 1928’de Türkiye’de de Latin Alfabesi’ne geçilmesi kararının alınması, te­sadüflerle açıklanamayacak bir durumdur.

 

ATATÜRK TÜRKİYE'YE SIĞINAN TÜRK AYDINLARINI HİMAYE ETTİ

 

Atatürk, Türkiyat Enstitüsü’nü kurmakla görevlendirdiği Köprülü'ye verdiği öğütleri kendisi de yerine getirme gayreti içinde olmuştur. Türk Dünyası’nın değişik coğrafyalarında yaşayan ve Türkiye’ye sığınan Türk aydın­larını ve devlet adamlarını himaye etmiştir. Bu kişilere önemli görev­ler vermiştir ki bunlar arasında ilk akla gelenler Mehmet Emin Resulzade, Zeki Velidi Togan, Yusuf Ak- çura, Reşit Rahmeti Arat, Ahmet Caferoğlu, Ahmet Ağaoğlu, Cafer Seydahmet Kırımer, Ayaz İshaki, Fuat Toktar, Sadri Maksudi Arsal, Abdullah Battal Taymaz, Mirza Bala gibi önemli şahsiyetlerdir.

 

ATATÜRK TÜRK DÜNYASINDAN ÖĞRENCİ GETİRDİ TÜRK DÜNYASINA ÖĞRETMEN GÖNDERDİ

 

Atatürk'ün Türk Dünyası ile ilgili bir başka gayreti de deği­şik Türk coğrafyalarında yaşayan Türklerden Türkiye’ye öğrenci getirtmek ve Türkiye’den de öğ­retmen göndermektir. Bu konuy­la ilgili çarpıcı bir uygulamayı, Necip Hablemitoğlu'nun “Kemal’in Öğretmenleri” isim­li makalesi ortaya koymaktadır. 1931 yılında, Türklük bilincini Türkiye’nin dışına da taşıdığı için Sovyetler Birliği’nin talebi ve bas­kısı üzerine kapatılan Türk Ocak­larının Genel Başkanı Hamdullah Suphi Tanrıöver, Atatürk tarafından Türkiye’nin Roman­ya Büyükelçisi olarak tayin edilir. Aldığı görev üzerine Romanya’da yaşayan Gagavuz Türklerinin bü­tün köylerini ve kasabalarını do­laşır ve büyükelçiliğin kapılarını ardına kadar onlara açar. Roman­ya’daki Müslüman Türk azınlık­la Ortodoks Hıristiyan Gagavuz Türklerini kaynaştırmak için de çalışmalar yürütür. İlk etapta 40 Gagavuz Türk öğrenci, Türkiye’ye eğitim almak üzere gönderilir ki bu sayı daha sonra 200’ü aşar. Bu öğrencilerin bir kısmı Romanya’ya geri döner, bir kısmı ise Türkiye’de kalır. Her iki grup da bulunduk­ları ülkede hizmet etmeye başlar. Ayrıca, 80 ilkokul öğretmeni de Türkiye’den Romanya’ya gönderi­lir. İyi düzeyde Rusça ve Romence bilen bu öğretmenler, İkinci Dün­ya Savaşı’na kadar hizmet ederler. Ancak Sovyetler Birliği’nin işgali üzerine 25 yıl cezaya çarptırılarak Sibirya’ya sürülürler ki bu cezanın gerekçesi, “Türk casusu” olmak­tır. Stalin'in ölümünden sonra Kruşçev tarafından çıkarılan afla serbest kalan bu öğretmen­lerden biri Romanya’ya geri döner. Ali Kantarelli isimli bu öğ­retmen, üç çocuklu dul bir Gaga­vuz Türk hanımla evlenir ve ölene kadar hizmet etmeye devam eder14. Bugün Gagavuz Türklerinin Tür­kiye Türkçesi’ne çok yakın bir leh­çeyle konuştukları bilinmektedir. Hablemitoğlu'nun makalesi, bu işin esrarının çözülmesinde önemli bir görev ifa etmiştir. Ay­rıca, kültür alanına yapılan ya­tırımın uzun soluklu ve olumlu sonuçlara yol açacağının güzel bir örneği de bu vesileyle bir kez daha anlaşılmaktadır.

 

ATATÜRK'ÜN TÜRK DÜNYASINA ÖZEL İLGİSİ

 

Atatürk'ün Türkistan coğ­rafyasıyla da özel olarak ilgilendiği bilinmektedir. 12 Kasım 1933’de kurulan Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti’nin kuruluş çalış­maları esnasında, Türkiye’den gelen Mustafa Ali Kentli, Mah­mut Nedim Kaytmaz ve Ali Bey de bulunmuşlardır. Her üçü de hükümet kurulduktan sonra de­ğişik hükümet üyelerine müsteşar olarak tayin edilmişlerdir. Hükü­metin kurulması, Türkiye’deki basın-yayın organlarında sevinçle karşılanmış; “Gök bayraktan al bayrağa selam olsun!” şeklinde manşetler atılmış, aynı minvalde yazılar kaleme alınmıştır. Bu ta­rihten itibaren, İttihat ve Terakki döneminde gelen pek çok Türk’ten sonra, bölgeye yeni bir Türk öğret­men akını başlamıştır. Bu öğretmenler, Doğu Türkistan’da okul­lar açmışlardır. Ayrıca bu bölgeden pek çok öğrenci de Türkiye’ye eğitim amacıyla gönderilmiştir. 

 

ATATÜRK'ÜN BALKAN ANTANTI VE SADABAT PAKTI PLANI

 

Bu uygulamaların Atatürk'ün yukarıda bahsettiğimiz Roman­ya merkezli faaliyetleriyle benzer nitelikte olduğu görülmektedir. Bu sebeple Doğu Türkistan’daki bütün bu gelişmelerin ve bu geliş­melerin Türkiye’deki yankılarının Atatürk'ün bilgisi dışında ger­çekleştiğini düşünmek, dönemin şartları düşünüldüğünde, gerçekçi görünmemektedir.

 

Atatürk'ün önemli iki dış politika hamlesi olarak bilinen Balkan Antantı’nın ve Sadabat Paktı’nın da yine Türk Dünyası’nı ilgilendiren bir boyutu vardır. Tür­kiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya arasında 1934’te Balkan Antantı; Türkiye, İran, Irak ve Af­ganistan arasında 1937’de Sadabat Paktı imzalanmıştır. Dostluğun pekiştirilmesi ve yaklaşan İkinci Dünya Savaşı sebebiyle güvenlik gerekçeleriyle imzalandığı belirti­len bu antlaşmalara bakıldığında, Türkiye dışındaki imzacı devletler açısından ilginç bir tablo ortaya çıkmaktadır. Bahsi geçen devletler, Türkiye ve Sovyetler Birliği dışın­da yaşayan Türklerin bulunduğu coğrafyalarda kurulmuştur. 

 

Ay­rıca, bu devletler Sovyetler Birliği ile ya komşudurlar ya da Sovyetler Birliği’nin yakın çevresi içindedir­ler. Atatürk'ün bu devletlerle ilişkilerini geliştirerek bir yandan bu coğrafyalarda yaşayan Türk­lerle irtibat kurmak istediği, diğer yandan da onların temel hakla­rını kollamayı amaçladığı akla yatkın gelmektedir. Hamdullah Suphi Tanrıöver'in Bükreş, Yahya Kemal Beyatlı'nın Tah­ran, Memduh Şevket Esendal'ın da Kâbil Büyükelçisi olduğu göz önünde bulundurulduğunda, Atatürk'ün bu devletler aracı­lığıyla kültürel bir köprü kurmak istediği düşünülebilir. İran’a uçak hediye etmesi, Afganistan’a sivil ve askerî uzmanlardan oluşan heyet­ler göndermesi bir rastlantı olarak görülemez.

 

TÜRK DÜNYASINA YÖNELİK GAYRİ RESMİ FAALİYETLERİ DAHA FAZLA

 

Atatürk'ün Türk Dünyası’na ilgisi ve Türk Dünyası ile ilgili iz­lediği politikalar, ana hatlarıyla yukarıdaki gibidir. Bu verilere ba­kıldığında ve Atatürk'ün Dr. Zeki Bey’e verdiği öğütler dikkate alındığında, kayda geçmeyen bil­gilerin kayda geçenlerden daha fazla olması, kuvvetle muhtemel­dir. Doğal olarak, Atatürk'ün izlediği Türk Dünyası politika­sında, gayrıresmî faaliyetlerin de resmen yürütülenlerden daha çok olması, işin tabiatına daha uygun düşmektedir. Kendisinin de Tür­kiye coğrafyası dışında doğmuş ve yetişmiş bir Türk olması, yalnızca Misak-ı Millî sınırlarıyla yetinen bir politika izlemesini ruhî, fikrî ve mantıkî temelde imkânsız hâle getirmektedir. Musul meselesin­deki hassasiyeti, Boğazlar ve Hatay konusundaki girişimleri, Kıbrıs’ın önemiyle ilgili beyanatı, hatta an­nesi Zübeyde Hanım’ın ısrarla akı­betini sorduğu ata yurdu Balkan topraklarına olan düşkünlüğü, Türkistan’a olan alakası, bir çırpı­da akla gelen örneklerdir. Ruhun­da Türklük fırtınaları koptuğu anlaşılan bir liderin dar bir “Türkiyecilik” ile yetinmesi beklenme­melidir. Hele hele bu liderin Türk Dünyası’na sırtını döndüğünü veya Türkiye sınırlarının ötesiyle ilgilenmediğini iddia etmek ve bu iddiada ısrarcı olmak, akla uygun olmayacağı gibi hiçbir vicdanın kabul edemeyeceği bir haksızlık olur.

 

ATATÜRK'ÜN ÖLÜMÜNDEN SONRA TÜRK DÜNYASI EKSENLİ SİYASET ANLAYIŞI TERKEDİLDİ

 

Atatürk'ün ölümünden sonra ise Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin iç ve dış politikasında Türk Dünyası eksenli siyaset anla­yışı, yavaş yavaş etkisizleştirilir. 3 Mayıs 1944 tarihinden sonra ise bu politikalar, devlet katından tama­men tasfiye edilir. Atatürk'ün Türklüğün geleceğini tasarlamaya yönelik attığı bu temelin kazın­masına yönelik çabalar, artarak devam eder. Atatürk'ün bu politikalarının Türk devlet gelene­ğinin doğal bir sonucu olduğunu söyleyen ve bu politikalara dönül­mesini isteyen kişiler ve kurum­lar, yıllar yılı haksız suçlamalara ve türlü eziyetlere maruz kalırlar. 

 

TÜRKEŞ'İN TÜRK DÜNYASI EKSENLİ SİYASET ANLAYIŞINI YENİDEN BAŞLATMA ÇABASI

 

Soğuk Savaş yıllarında, bu yönde tavır alan ve tutum belirleyen si­yaset ve/veya devlet adamı, bir is­tisna dışında çıkmaz. Bu istisna ise rahmetli Alparslan Türkeş'tir. Gerek asker olarak görev yaptı­ğı yıllarda gerekse siyasete girip parti genel başkanı, milletvekili ve Başbakan Yardımcısı olduğu dönemlerde, Türk Dünyası ger­çeğini yüksek sesle dile getiren tek siyaset ve devlet adamı olma şerefi Alparslan Türkeş'e aittir. Türkeş'in Türkiye toprakları­nın dışında (Kıbrıs’ta) doğması, yetişme ve büyüme safhasında aile ve okul çevresinde aldığı eği­tim, takip ettiği ve zaman içinde bağlandığı ideolojik çevre, bu du­rumun ortaya çıkmasında elbette etkili olmuştur. 

 

BAŞBUĞ TÜRKEŞ'İN BAŞBAKAN OLMASININ ÖNÜNDEKİ ENGEL

 

Ancak bunların yanında, atlanmaması gereken önemli bir husus da Türkeş’in Atatürk döneminde yetişen bir Türk subayı olmasıdır. Ata-Türk, “fikirlerimin babası” de­diği Ziya Gökalp’ın sistematik hâle getirdiği bu yolda, Türk dev­letinin temeline bu harcı koymuş; “hayal kuran ve hayallerini hayata geçirmeye çalışan son Türk dev­let başkanı” olarak Tarih’te yerini almıştır. Türkeş ise bu kutlu misyonun resmî ve gayrıresmî dü­zeyde son seslendiricisi olmuştur. Bunun bedelini, belki de Başba­kanlık makamına oturamamakla ödemiştir. Aynı dönemde siyaset yaptıkları Süleyman Demirel, Bülent Ecevit ve hatta Necmeddin Erbakan bile Başbakanlık yaptığı hâlde, Türkeş Bey’in önü, türlü iftiralarla ve yalan yanlış propagandalarla hep kesilmiş­tir. Buna rağmen, inandığı Türk Birliği Ülküsü’nün bayrağını ıs­rarla taşımaya devam etmiştir. Ni­tekim Tarih, hem Atatürk'ün hem de Türkeş'in haklı olduğu­nu 1990’lı yıllarda tescil etmiştir. Daha önce bu söylemlere burun kıvıranlar veya aşağılayıp dalga geçenler ise Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ilk fırsatta soluğu, Türk Dünyası coğrafya­sında almışlardır.

 

Dileğimiz ve duamız, Türk iç ve dış politikasında Gökalp-Atatürk-Türkeş çizgisinin yeni­den hayata geçirilmesi ve bu çiz­ginin hâkim olması yönündedir. Bu karar verildiği gün, artık Tarih bir başka (ama aslında tanıdık cümlelerle) yazılmaya başlanacak demektir. Zira o gün Tarih, “ya­panların torunlarının bir kez daha hem yapıp hem de yazdıkları bir Tarih” olmaya başlayacaktır.

 

Resim

 

 

 

Kaynak: Editör:
Etiketler: MHP, Bahadır Bumin Özarslan, Türkeş, Bahçeli, Başbakan, Türk Dünyası
Yorumlar
Haber Yazılımı